Çocukluğumda büyük ninemin odasındaki yer yatağında gecenin bir vakti uyumaya çalışırken nazarım hep o daima serili duran seccadenin kenarındaki tesbihe takılırdı. Tesbih ocak başındaki ateşin yalazıyla göz kırpar, pencerenin altından akan derenin sesiyle fısıldardı. Zaman geçer, gece kararır, ateş sönerdi. Ama o tesbih kendi üstünde kıvrılmış haliyle ışıl ışıl yanmaya devam ederdi. Başka bir zaman eşyası sanırdım onu yahut başka bir hayata ait bambaşka bir şey..
Yatılı okulların çağrısıyla, pek erken de olsa, köyden ayrıldım. Büyük şehirler, uzak memleketler derken yıllar geldi geçti. O yılların içinde köye dönüşlerimde bazen iki yabancı gibi bakıştık uzaktan bazen de üç beş kelam öteden beriden… Ama belli ki yabancıydık artık. Ninemin ölümü, benim o köyden çıkıp gitmem, yitirilmiş çocukluk derken dostluğumuz bir türlü o eski aşinalığını bulamadı. Dedim ya! Uzak bir bakış, uzak bir selam ve bir türlü kapanmayan koca bir uçurum. Koca bir yabancılık.
O kalandı geride, bense terk edip gidendim. Terk edip giden ama bir türlü de aklından çıkarmayan. Öylesine aklımdaydı ki o tesbih, o uzak şehirlerde insanların ellerinde gördüğüm tesbihleri bizim tesbihin köylülerine benzettim çok kere. Dağılıp gitmişlerdi hayata aynı toprağın ayrı düşmüş evlatları gibi. Kimi cami kıyılarında mahzun, kimi sokak kenarlarında kabadayı… Kimi unutmuş evini çoktan, kimi eski günlerin yarası içinde derbeder… Bir selamını söylesem bizim tesbihin hatırlayanı bulunurdu elbet. Söylemeliydim belki ama söyleyemedim.
..
Ninemin başını eğip gözlerini yumarak o tesbihi çekişi hep aklımda. Belli ki herkeste ayrı bir yolu var tesbihin. Kiminin elinde dua olup acizliğin yokuşlarından taşlar misali savrulmakta. Kiminin parmaklarında kabadayı olup başlar misali kopup dökülmekte. Aciz de olsa hoyrat da olsa her halükarda ele ait yahut el ile ilintili. Bizimle eller üzerinden ilişkiye geçiyor. Hatta parmaklar üzerinden; evet, en fazla parmaklar üzerinden. Boyun, bilekler, kulaklar, bir takı yeri iken sanki parmaklar daha özel gibi. Güç, Mühr-ü Süleyman gibi parmaklarda taşınıyor. Evlilik yahut nişan yüzüğü de öyle ve aslında birine sahip olmanın göstergesi.
Kaba bir şey midir tesbih sallamak yahut parmakların dansı mı? Ahengine kapılırsa eğer dönen tesbihi bir pınar fevvaresi gibi izliyor insan. Çekilen tesbihi Mısrî’nin ‘bina-yı ömrünün her gün bir taşı’nın yere düşmesi gibi… Sanırsınız ki dua eden bin yıl yokuş çıkacak, bin yıl düzlük yürüyecek ve bin yıl yokuş inip berzaha girecek. İster taneler olsun sona eren, ister yol, ister yolcu; ama bir şey var ki, başlanan yere geliniyor.
Sallanıp dursa da aynı, çekilip dursa da aynı. Tesbih bir kader gibi ağ örüyor insanın etrafında. Belki başka başka yerlerden yollara çıkaran başka başka yerlerden de başa döndüren bir ağ. Yollar ayrı belki ama dönüp varılan yer hep aynı. İnsanlar ayrı ama netice aynı.
..
Belki de her şeyi kenara bırakıp tesbihin kendine bakmalı. Öyle bakınca kimi zaman bir semah oluverir tesbih, üç fasıllık bir ayin. Kopulan yere dönene kadar hatırlamaktır. Tesbihin kendisi başlı başına [buna bilmiyorum başka ne ad verebilirim?] bir ‘inanç’ gibidir bu bağlamda. Dervişler inandıkları değere dışarıdan tutunmazlar; o değer (şiraze), kalplerinin tam ortasından geçer ve öyle bağlar onları. Başta bir büyük vardır; hesaba o dâhil değildir; ama oradan başlanır, oraya dönülür. O büyüğün iki yanında da en ‘vasıfsız’ talebeler bulunur, işin ehilleri ileride sadece dengeyi tutan yerde bekler. Böyle bir noktada, hiç değilse siyaset biliminin bir tesbihten öğreneceği ne çok şey olduğu düşünülebilir.
Kimi zaman da bir şehir oluverir tesbih; yollar evlerin içinden geçer. Yola tutunan, hareket eden ve birbirinin benzeri olan evler vardır. O şehrin tek bir yolu vardır; tek bir yerden işler, tek bir yere çıkar; ama her yeri gezdirir. Hermenötiğin kurduğu bir şehirdir bu. Bir şeyi düşünmeye başlarsınız, tek tek, sıra sıra düşünürsünüz; lakin varılan yer başlanan yerdir. Döner geliriz ama ne dönülen yer aynıdır ne de dönen kişi. Her şey değişmiştir. Aynı yer değildir çünkü yürünen bir yol vardır ortada. Aynı kişi değildir yürüyüp gelmiş bir kişi vardı kenarda. Bu çırpınışın içinde su akar, zaman devinir ama şehrin çıkışı bir türlü bulunmaz.
Her zaman başka bir şekle bürünebilir bu şehir, yıpranabilir, parlayabilir; ama çıkışsızdır. Günün birinde dervişler, o en baştaki şeyhi alt etmek isteyebilirler; lakin bunun adına ne denirse densin, sonuç bir dağılmadır. Bu anlamda bir daha toparlanma düşünülse bile, tek bir ferdini yitiren tarikat, tek bir evini yitiren şehir, nizamını da yitirir. Belki bazı ilavelerle sayı gene tamamlanabilir; ama dizinin içindeki farklı tane dağılan düzenin habercisidir. Düzenin içinde dışarıdan gelen kabul görse de dağılmayı hep hissettirir.
..
Tesbih diyordum: Çocukluğumdaki o tesbih ve o hülya… Anlıyorum ki kıvrılmış, katlanmış bir nesne, daima daha büyük bir şeydir. Bir sırrın üzerine yatar yahut sırrın kendisidir. Sır belki de uzanıp kıvrılmış bir tesbihtir.
Çocukken o ahşap evde, uykuya varana dek ocak başının yanındaki yer yatağından izlediğim tesbihi başka bir zamanın eşyası olarak görürdüm. Sırlar içinde kurulmuş bambaşka bir evrene ait bir eşya. Bana öyle geliyor ki, ninem onun sırrını bilirdi; tesbih de onun acziyetini. Onun ölümüyle birlikte, o sır da kayboldu. Tesbih de bir sır olmaktan çıktı. Tıpkı yaşam gibi. Tıpkı çocukluğumun o gecelerindeki sesler ve parıltılar gibi.
Şimdi o tesbihi elime alıp nerden ve nasıl başlasam aynı akıbet bekliyor beni. Hep başladığım yere dönüyorum. Bir bitişe giderken başlangıca yürüyorum:
Fe-subhanallah…