Ağustosa doğru bir telaş başlardı İzmir’de, bilenler bilir. Gezginler, tüccarlar, sanatçılar… Şehir dolar da dolar, yabancısı için kalacak yer bulmak mesele olurdu. Tabii şehre gelebilmişsen.. zira dertlerden biri de İzmir’e ulaşmaktı. Bir araç bulamayıp Ferdi, Bülent konserlerine civar şehirlerden yürüyüp gelenler olurdu. Gazeteler yazardı, kimlerin nerelerden ne zorluklarla geldiğini. Gazeteler fuar’da sahne alacak sanatçıların Büyük Efes otelinin kral dairesi için kavgaya tutuştuğunu da yazardı. Kavganın sebebi Büyük Efes’in kral dairesinde kim kalıyorsa fuarın da en kıdemli konuğu o olduğundandı.
İzmir’in her yanını tutuşturan heyecanın kalbi Kültürpark’ta atardı. Fuara sahiplik eden parkın Alsancak’a bakan Lozan Kapısı tarafları yabancı ülke sergilerine; Basmane Kapısı etrafı gazinolara, lunaparka, çay bahçelerine; alttaki Kahramanlar tarafı ise kulüplere küçük tiyatrolara sahiplik ederdi.
Ağustos, bizim gibi Alsancak liselerinde okuyan öğrenciler için de bir geçim kapısıydı. 26 Ağustos ile 26 Eylül arası bu bir aylık dönemde fuar içinde veya etrafında bir yığın işyerinde sezonluk çalışmak için fırsat doğuyordu. Okuldaki dostlar birbirlerine gazinolarda, lunaparklarda, çay bahçelerinde dört bir yanda iş bulurlardı. Her iş yeni dostluklar, yeni çevreler demekti.
Çay bahçeleri dedimse küçük görmeyin, fuar çay bahçelerinin gazinolardan aşağı kalır yanı yoktu. Masaları öğle sonu açılır gece ikiye kadar hizmet verirdi. İzmir’in sıcağının hafiflediği ikindiyle birlikte yerler tekrar tekrar sulanır, ciğerlerde bir serinlik peyda olurdu. Fuarın en gözde sanatçılarının en gözde şarkıları çay bahçelerinde yüksek sesle çalardı ki palmiyelerin altında o demir sandalyelerin dinginliğinde dinlediğim o şarkılar hâlâ aklımdadır.
Benim fuarda ilk gençliğim arabeskin sönmeye yüz tuttuğu ve taverna şarkılarının onun yerini aldığı yıllara rast gelir. Biraz arabesk biraz pop ve biraz sanat müziği karıştırılmış şarkılardı bunlar. Nejat Alp ve Ferdi Özbeğen’i hatırlıyorum. 26 Ağustos Kapısı civarındaki kulüplerde söylerlerdi. Sonraları Ümit Besen ve Arif Susam da görünmeye başlamıştı. Kervana en son Cengiz Kurtoğlu katılmıştı. Buralar içkili kulüplerdi ve müşterileri daha ‘oturaklı’ kimselerdi. En azından dans etmeyi bilmelilerdi, zira sanatçı tutup da sahneye davet edebilirdi. Gariptir ki Cengiz Kurtoğlu gazinolardan çok Tofaş taksilerde ve İzmir’in Çamdibi gibi Balkan göçmeni semt düğünlerinde daha çok dinlendi.
Bülent Ersoy fuara hâlâ geliyordu ve kral oydu. Ben onu ilk Akasyalar’da dinlemiştim. Zeki Müren’i Ekiciöver’de görmüş olmalıyım. Ferdi Tayfur da bu şahane yılların en baba sahne sanatçılarındandı. İnsanların Manisa’dan, Turgutlu’dan yürüyüp geldiği yıllar işte bu yılardı ve o yolları bu sanatçıları dinlemek için tepiyorlardı. Dönemezlerse İzmir geceleri de sıcaktı ve parkları boldu. Zaten sabaha kadar hayatın şehirde durduğu yoktu. Dediğim gibi ben bu devrin sonunu görebildim. Devir biterken her yer İbo’ya kaldı. Boşalan ve eski büyüsünü yitiren fuarda kral da oydu, imparator da.
Arabeskin Bergen, Kamuran Akkor, Tüdanya gibi sanatçıları daima assolistlerin altında kaldı. Afişlerdeki resimleri de öyle ya kenarda ya alttaydı. Son zamanlar bir de güzel yüzlü kadın sanatçılar piyasa yaptı ki bu başka bir meseledir. Hülya Avşar’ı İbo piyasaya çıkarmıştı. Sibel Can henüz çok yeniydi ve sonraları Orhan Gencebay’ın desteğini aldı. Bu ikisinin şarkılarından çok gözleri konuşulurdu. Bir de Harika Avcı vardı ki epey bir operasyonu saymazsak o kendi başına bir fenomendi. Bu İzmir kızının ardında gazinocu para babaları olduğu söyleniyordu. Devrin usta söz yazarı ve bestecileri olan Ali Tekintüre’den Mehmet Aslan’a kadar pek çok ünlü ismin eserleri yollarına seriliyordu. Avşar da, Can da, Avcı da yalnızca sesleriyle yükselmiş sanatçılar değildi kısacası. Onun için de “acıların kadını” olamamışlardı. Zaten olmayı da istememişlerdi.
Fuarda en özel yerlerden biri de lunaparktı. Üzerlerinde yanıp sönen binlerce ışığıyla çarpışan otoları, uçan sandalyeleri, radarları, kalyonları, dönme dolaplarıyla en büyük furya onlardaydı. Ara ara dönemin Yeşilçam filmlerinde İzmir görünürse mutlaka lunapark da görünürdü. Gençliğin hele hele İzmir cıvıltısının bir göstergesiydi bu lunapark. Lunaparkın içinde bu eğlence çarklarının her birinde o yıl kaseti çıkan sanatçının en hızlı parçaları çalınırdı ve hepsi yerli şarkılardı. Mesela Ferdi Tayfur’un Avare şarkısında bu yanıp sönen ışıkların daha bir çekici parladığını hatırlarım. Atış poligonları, kahkaha aynaları ve korku tünelleriyle zaten büyülü fuarı iyice büyülerdi lunapark.
Gün görmüş eyyam geçirmiş insanlar ya bir çay bahçesinde semaver kaynatır ya da sakin bir gazinoda ufaktan demlenmeyi intihab ederdi. Kartallar Yüksek Uçar dizisindeki Hanım Ağa sanki bu son anlattığıma canlı bir örnek gibidir. Bir de orada Banazlı İsmail rolünde Sadri Alışık vardır ama o birkaç pavyon gülü ile Kordon’da bir masada göğsünü İzmir imbatına vermiş halde oturmaktadır. Bir yandan konuşurken bir yandan da Necdet Yaşar’ın ihtizaza getirdiği o dertli tamburda “Titrerim mücrim gibi halime”ye eşlik etmekten geri kalmaz. Faslın bitişinde Sadri Usta’nın derinden “yaşaaaa!” çekişi öyle sessiz ve öyle derindir ki fuar devrinin bitişi de işte tastamam böyle sessiz ve böyle derin olmuştur.
Gelelim bize… Kırmızı kolej ayakkabılar, buz mavisi kot pantolonlar ve beyaz tişörtler… Dünya uzak mıydı yahut dünyanın orta yerinde miydik? Bunun cevabı yok! Belki kimimize hayatın yükü erken binmişti ama hayatın esiri de değildik belli ki. Boş mideyle olsa bile alıp başımızı gidebilirdik. Kendi kendimizin patronu olduğumuz yıllardı. Tutup bir yerlerden bir daha başlamayı deneyebilirdik. İş için bir ufak köfte tezgâhı ev içinse açılan salaş oda kapısı yeterdi yaşamamız için.
Fuarı niye hâlâ çok seviyorum, diye soruyorum da kendime; cevabını ister istemez özgürlüğün bizimle bu türlü sarmaş dolaş oluşunda arıyorum. Lunaparkın bütün o yanıp sönen lambalarında, gazinoların kimi zaman alabildiğine kederle dolu şarkılarında, parkların o devasa ağaçlarının altında, denizin yürekleri soğutan imbatlarında içimize asıl sevinci veren ruhun bu özgürlük hissinden geldiğini düşünüyorum.
İzmir’in içimde hâlâ özgürlük kadar kutsal kalışı bundan demek ki!.. Yoksa insan yıllar sonra ve durduk yere Ferdi Tayfur’un şarkılarında kaybettiği bir şeyi arar mı:
“Sevenlerim çoktur benim
Şükür alnım aktır benim
Açken karnım toktur benim
Avareyim, avareyim!”