Kayıp Gölgeler

Erken bastıran karanlıkta, sicim gibi bir yağmurun yer yer küçük göllere çevirdiği çamurlara bata çıka varılan bir köy bakkalında elimdeki gazyağı şişesini doldurmak için sıra bekliyorum. Bakkal, kör bir kandilin cılız ışığında tahta tezgâhın kenarında bir gazyağı tenekesini kaldırmış ve üzerine huni tuttuğu şişelere döküp saçmadan doldurma telaşında. İnsanlar, fısıltılar, kırık rafların ardında kalan camdan karanlığın içine yağdıkça yağan yağmurun sesi. Ben cılız ışıkların sancısında doğan akşamı ilk defa o bakkal dükkânında gördüm.

Kış akşamlarının hüznü hep o erken çöken akşamlar yüzünden midir? Hava iyice kararana kadar isli kandil yakılmazdı. Yakılsa da odadan, eşyadan, yüzlerden çok karanlığı gösteren bir ışık belirirdi en fazla. Bazen dedem sedirin üstünde uyurdu, karanlığın derinlerinden ezan sesleri gelirdi. Bir yerlere gitmek isterdim. Sanki bir yerlerde hiç akşam olmamış evler vardı, sanki bir yerlerde uyuyan değil de gülüp eğlenen, avurtları sıhhatle kızarmış yüzler vardı. Ocak başının kenarındaki yer sofrasına koca tencerede tarhana çorbası olurdu, yanında turp soğan. Kandil ocak başının kenarına asılırdı ve sofradaki gölgelerle yarım kalan akşama devam ederdik.

İzmir’de bir ortaokul talebesi iken yurt penceresinden şehrin ilk ışıklarının yanışına bakmayı severdim. Akşam yemeği anons edilirdi, koridorlarda merdivenlerde bir gürültü başlardı. Ne kandilin cılız ışığı ne de ortasına tarhana konmuş bir sofranın etrafında beliren gölgeler. Ezan sesleri Gılgamış’ta karanlıktan duyulan ölüm davulları gibi başka bir yere çağırırdı. Evlerde sıcacık ışıklar yanardı, ben uzaklardan bakardım.

Ege’nin mesut şehirlerinden birinde pencereden Aytepe’ye bakarken ışıklar sanki değişmişti. Karanlığın içinde yanıp sönen ışıkların sıcak bir daveti vardı. Bir gençlik davetiydi bu. Uzak şehir ışıkları bir yanar bir sönerdi. Gençliğimle dolu o sokaklarda birileri ağlar birileri gülerdi.

Hazar’a doğru bakarken hiç görmediğim laciverdî bir göğün altından yanmaya başladı bir başka şehir. Uzak, iyice uzaktı. Ama evler yakındı, ışıklar daha yakındı. Yakın oldukları kadar da hayatlar yabancıydı. Hayattan koptuğum bir yer olmalıydı. Arayıp bulamadığım bir yer. Bazen tutar kar yağardı, sokak lambaları kederle başını eğerdi. Bir yer olmalıydı, arayıp bulamadığım bir yer.

Sonra, seneler sonra Kuzey’in denize bakan bir kentinde herkesler evlerine gitmişken çay ocağında başımı duvara yaslayıp oturduğum ve akşam ezanlarını dinlediğim akşamlar başladı. Pencerelerinden kızartma kokuları dağılan sokaklar, pervazlara uzanan başların çağırdığı çocuklar, bütün şehir evlerine dolduğu ama benim dışarıda kaldığım akşamlar… Uzaklardan ışıkları değil belki ama karanlığın derinindeki ezanları dinlemeye başladım. Onun çağrısı nereyeydi, içimde onunla beraber kırılan neydi anlamaya çalıştım. Bulamadım.

“Hoyrattır bu akşamüstüler daima,” diyor Dranas. Evet, akşamüstüler daima hoyrattı. Onda sevdiklerini çekip alan, kalanını bırakıp giden bir hoyratlık vardı. Değil mi ki evsizler, değil mi ki gurbetin bütün çocukları o akşamların seçip ayıkladıklarının artıkları gibi dışarının insanları olarak kalmışlardır. Pencerelerden seslenilmeyenler, o evlerde yanan ışıklara davet edilmeyenler değil miydi onlar?

Yıllar bu sorularda ve sorgularda geçip gitti. Şehirler gördüm. Memuriyetlerde kimi… Kimi yolculuklarda… Kimi öylesine işsiz ve aylaklıklarda… Ama hepsinde de uzak ışıkları yitip giden bir kandilin alevi gibi görüp sızladım. Cılız kandilin alevi, her daim içimde bir yerlere gurbetin haykıran sesi gibi vurup seslendi. Ötelerin, başka zamanların, başka ülkelerin mütemadi seslerine karışıp haykırdı.

Ölümün ülkesinde akıp duran pınarın sesiydi belki de o sesler. Bilemedim bunu hiçbir zaman ama öyle dinledim. Yağmurlar hep yağdı o seslerin içinde. Su göletlerinin kenarındaki çamurların yollarında yürüdüm de yürüdüm. Bir kandil cılız ışığıyla hep yandı ve ben hep o bakkal dükkânındaki akşamı ilk defa fark etmenin yabanlığıyla gölgeleri arayıp durdum.

Kaybettiğim gölgeleri.