Lamia

       Bir güz mevsimi fasulyelerin ve mısırların hasat zamanı…

   Bir gece vakti rüzgar ahşap evin kapısını dövüp,her köşeden rüzgarın ıslığı duyulurken, tıpkı evin titreyen vücudu ve her bir çivisinden savrulup gitmemek için verdiği mücadele gibi, Fatma hanımın da vücudu titriyor, savrulup gitmemek için büyük bir mücadele veriyordu.

       Gece güne kızgındı. Bütün yükünü geceye yüklemişti çünkü gün ve gece günü doğurmakla yükümlüydü…

      Çığırtkan bir ses gecenin karanlık perdelerini yırtıyordu. Aslında o gece, çığırtkanlıklarıyla  geceyi sarmış bir sürü ses vardı. Köpek ulumaları, böceklerin  tiz gürültüsü, uğursuz bir baykuş sesi ve kulak tırmalayan başka sesler.

      Ama bu ses diğerlerinden bariz olarak ayrılıyordu. Bu ses sabırlı bir bekleyişin ardından, sabrın giderken çıkardığı ölüm çığlıklarıydı.

         Çığlıklardan yayılan korku ve telaş zaman ilerledikçe evin içinde bulunan her  insanın gözlerin de halka  halka  büyüyordu.

        Evin dış avlusunda, voltalar beraber atılıyor, evin içinde titreyen eller beraber tutulup avutuluyordu.
        Gece uzundu, milyonlarca geceye eş diyecek kadar uzun.
      Ve nihayet gece günü doğururken, Fatma hanım da gün gibi aydınlık yüzlü bir kız çocuğu doğurdu.

Fatma hanımın eşi Aslan Bey, çocuğa Lamia isminin konulmasını uygun gördü. Lamia cenneti gören, cennette ölümsüzlüğe kavuşan kişi anlamlarına geliyordu. Lamia adı bebeğin kulağına besmele ile fısıldandı. Zorlukların ardından kolaylıkları ve rahmeti veren Allah’a şükürler edildi, dualar okundu.

      Adaklar adanamamıştı. Zira yokluğun kol gezdiği zamanlardı. Fasulyenin içinin dahi bulunamadığı, fasulye kabuklarından yemeklerin yapıldığı kıtlık günleriydi. Mısır ekmeklerinin, Ihlamur çaylarının, ayran bulamaçlarının revaçta olduğu günlerdi.

  Yine de bütün yokluklara rağmen, bebek doğmadan bütün hazırlıklar tamamlanmıştı.

Aslan Usta, tahtalarla döşeli zeminin her köşesini kahverengi baklava desenleriyle süslü, pancar yeşili bir muşamba ile güzelce döşemişti. Cam ustası olduğu için odayı aydınlatan küçücük tek pencerenin de camlarını yenilemiş, kenarlarını rüzgarlara ve soğuğa karşı macunlamıştı. Zira küçük bebekler anahtar deliğinden dahi yel alır, derdi büyükler.

    Oğlanlardan kalma mavi renkli beşik de tavan arasından indirilmişti. Kenarlarında kırmızı küçük noktalar birleştirilerek çiçek haline getirilmiş motifler vardı. Tepesinde çıngırak görevi gören tahta halkalar asılıydı. Fatma Hanım bu halkaların yanına mavi boncukları da bir ipe dizip, nazar değmesin diye asıvermişti.

Beşiğin döşeği yenilenmiş, üzerine kumu dahil ısıtılıp hazır edilmişti. O zamanlar bebeklerin hem tuvalet ihtiyacını, hem de karın ağrısını gidermesi  için bebeğin altına kum sermek adettendi.
Bebeğin sıkıca sarılacağı kenarları oyalı kundak, artık etek basmalarından çocuk bezleri ve daha ne kadar eksiği varsa her şey tam teçhizat hazır edilmişti. Hatta bebek görmeye gelenlere ikramlık verilmesi için tereğe üç beş tane daha bakır sahan dahi ilave edilmişti.

      Günler günleri kovalıyordu. Zaman hiç olmadığı kadar aceleci davranıyordu. Küçük Lamia’nın doğumunun üzerinden aylar geçmişti. Lamia her geçen gün büyüyüp güzelleşiyordu. Zümrüt yeşili gözleri, katran karası saçları, süt beyazı teni ile cennetten gelen bir huriyi andırıyordu.

Fatma Hanım, üç oğlan dan sonra bir tane de kızı  olduğu için her daim Allah’a şükür hisleriyle doluydu. Kızının zümrüt yeşili gözleri, simsiyah saçları, kar beyazı teni ile gurur duysa da Küçük Lamia ’da onu tedirgin eden şeyler vardı.

Zamanla konuşmasında, yürüyüşünde ve davranışlarında diğer çocuklara çok da benzemeyen ufak tefek farklılıklar sezinlemeye başladı.

İlk başlarda kötü düşüncelerini rağbet etmemekle birlikte, zamanla kızının diğer çocuklardan kesinlikle farklı olduğuna kanaat getirdi.
Yürüyüşünün, konuşmasının ve hareketlerinin her karesinde bu farklılık kendini belli ediyordu. Ve bu haliyle diğer bütün çocuklardan daha saf daha masum ve daha şefkate muhtaç görünüyordu.

   Günler ilerledikçe Lamia bedenen büyüyüp serpilse de davranışları üç beş yaşlarındaki bir çocuk gibi o takvime takılı kalmıştı.

Allah ona bir ömür boyu saf ve masum kalmayı vaat etmişti işte. Lamia ismi anlamı bilinmeden konulmuş olmasına karşın bir masum yaratılışın nişanesi gibiydi sanki.

Fatma hanım Bu farklılığı sezinlediği ilk zamanlarda büyük üzüntü duyup sarsılsa da, bu duruma zamanla alışıp kabullenmek zorunda kaldı.
Kızını bir ömür boyu himayesi altında bulundurmak zorunluluğunu da kabullenmişti. O bir anneydi. Anneler evlatları uğruna kendilerini dahi feda etmeye gönüllü, şefkatli ve korkusuz fedailer değil miydi? Gerekirse bir ömür boyu saçlarını o tarar yemeğini o yedirir banyosunu dahi o yaptırırdı.

Fatma hanım bir yanda bunları düşünürken zamanla olan amansız mücadelesi de devam ediyordu.
Eş, çoluk çocuk bakımı, ot , inek , tarla, tırpan fındık, bağ bahçe derken günlerin ne kadar da hızlı akıp geçtiğinin farkına varamayacak kadar da yoğundu.

Onun okula gitme yaşının yaklaştığını biliyordu. Ve onun okula gideceği günü hayal ederken, yüzünde acı bir tebessüm belirliyordu.

Lamia okulun ilk günü diğer çocukların heyecanlarını görünce heyecanlanmadan edemedi .Annesi hazırladığı siyah önlüğü giydirdi. Beyaz dantel yakalığını da bir güzel taktı. Lamia pazen pijamasını eteğinin altından hiç çıkarmazdı, o gün de Fatma hanım pijamasını çıkarmaya Lamia’ yı ikna edemedi.

Okul yolunda ilk günün heyecanıyla, diğer çocukların ardından paytak paytak koşarken; etek boyundan daha uzun ama topuklarına da gelmeyen kısa pijamasıyla, o gün diğer çocuklardan daha farklı ve çok daha masum görünüyordu. Ve Lamia annesinin kaygılı ve hüzünlü bakışlarının, okul yolunda ona eşlik ettiğinin, farkında bile değildi.

Okulun ilerleyen zamanlarında arkadaşlarının alaycı tavırlarına maruz kalsa da, onun aklı bunların hiçbirini tartıp da gücenemeyecek kadar çocuktu ve içi hep sevgiyle doluydu. Herkese yetecek kadar sevgiyle dolu…

Okulu bitirdiğinde ancak birkaç fiş okuyup, birkaç tane de rakam öğrenebilmişti ama, bunların hiçbiri onun zerre kadar umurunda dahi değildi. O, kendi küçük ve kaygıdan arındırılmış dünyasında bunları üzülmeye değer görmüyordu.

Lamia artık büyümüş kocaman bir genç kız olmuştu. Fatma Hanım sırayla oğullarını evlendirse de, Lamia’ yı evlendirmeye gönlü razı gelmiyordu. Güzelliğinden olsa gerek, birkaç defa isteyen de çıkmıştı.
O çocuk aklıyla evliliğin ne demek olduğunu öğrenebilmişti de evlenmeye razı bile gelmişti. Ama bütün aile evlendirilmesinin uygun olmayacağı fikri üzerinde karar kılmıştı.

Genç kızlığının ilk yıllarında, muhabbet ortamlarında kendini isteyenleri tek tek saysa da, yaşı ilerledikçe bu söylemlerini bırakır oldu.

Küçük çocukları çok severdi. Evdeki bütün yeğenlerini tek tek sırtında gezdirip büyümelerini izlese de, kendi hep çocuk kalmaya devam edecekti.

Lamia’nın kendine özgü bir kişiliği vardı. Onu ve yaşantısını bir kaç eylem üzerine oturtabilir,
bir günü nasıl geçireceğini tahmin edebilirdiniz. Davranısları ,eylemleri ve söylemleri belirli kalıplarda, tekdüze ve sadece Lamia’ya aidiyet uyandıran kalıplar içerisinde bulunurdu.

Hayvanları insanlardan çok severdi. Gününün büyük kısmını onları otlatarak geçirirdi. Sakin sakin yanlarında oturur, akşama kadar sadece susup ot, çiçek ,börtü böcek seyrederdi.
Havanın yağışlı olduğu günlerde, hayvanlarını götüremediği için içini buruk bir hüzün kaplar, keyifsizliği yüzünün her köşesinde çizgi çizgi belirirdi.

Mahallede düğün varsa Lamia için bayram demekti. Köy yerlerinde düğüne basma, yemeni gibi hediyelik eşyayla okuma adeti bulunurdu.

Koltuğunun altına düğüne okumalık bir basma parçasını tutturdu mu dünyalar onun olurdu. Bu bir yemeni de olsa sevinirdi. Ama basma daha makbul sayılırdı. Şöyle ilk bahar çiçekli basmaları ayrıca bir severdi.

Bu basmaların çoğunun kaderi de, dikilmeden Lamia’nın elbise leğeninde istiflenmek olurdu. O güzelim ilkbahar çiçekleri, karyolanın karanlık kuytularında gün yüzü göremeden solar giderdi.

Onu mahallede kilometrelerce uzaktan görseniz yine de tanırdınız. Yürümeyi yeni öğrenmiş bir kız çocuğu gibi; bazen oldukça ihtiyatlı ve yavaş, bazen de özellikle çay saatine yetişmesi gerekiyorsa, özensiz ve hızlı hızlı yürürdü.
Çaya yetişmesi gereken durumlarda o hızlandıkça, pijamasının paçaları da onun gibi hızlanır, bir o yana bir bu yana hızlıca savrulur dururdu. Mahallenin hangi evinde yada bahçesinde çay içilirse içilsin o mutlaka yetişirdi. Çay saati olduğunu nasıl anlardı, her yere nasıl yetişirdi, akıl sır erdiremezdik. Çayın son damlasına, muhabbetin son noktasına kadar yanımızdan ayrılmazdı.

Bazen içimden gelip ona sarılırdım. Gözlerimi, zümrüt yeşili gözlerine dikip halini hatırını sorduğumda utanır, başını anlamsızca sağa sola çevirir, gözlerini benden kaçırdı. Sanki orda en son ilgilenilmesi gereken kişi oymuş da yanlış bir şey yapmışım gibi ne tarafa bakacağını şaşırırdı.
Onun bu hali hoşuma giderdi ve ona sıkıca sarılırdım.
Mahsun, utangaç ve nazlı bir eda ile kollarımdan kurtulmaya çalışırdı. Sonra Fatma hanımla gözlerimiz birbirini bulur, gülüşürdük.

Mahalledeki herkesten daha çok severdim onu. Yemenisini çene altına kenetleyip bağlayışını. Dünyada bir eşi daha olmayan yürüyüşlerini. Zümrüt yeşili gözlerinin çocukça bakışlarını. Tam çay saatinde gelişlerini. Onu insan yapan, masumiyetini. Ona ait olan ne varsa herkesten çok severdim.

Bir Fatma hanım, bir ben onu herkesten daha fazla severdik…