Eski Zaman Hikayeleri..



İzmir’e ilk gidişim. Manisa Salihli yolu üzerindeyiz. Salihli’den iki yol ayrımından biri Bozdağ’a gidiyor. Biz de Bozdağ üzerinden Tire’ye varmak niyetindeyiz. Arabamız çok tatlı bir yokuşu severek tırmanıyor. Bu öyle bir yol ki etrafınızı seyrederken tebessüm etmeme şansınız yok. Yolun kenarlarında kuşburnu bitkileri meyve verme yarışına girişmişler. Kırmızı yanaklı meyveleri dört bir yandan başlarını uzatmış. Bu kuşburnuların dalda toparlanmadan durması çok tuhaf geliyor bana. Kendilerini toparlayan hamarat bir el bekliyorlar.
Sonradan anlıyorum ki boşuna bekliyorlar. Yöreyi tanıdıkça anlıyorum nedenini. Yöre bereketli topraklara sahip. Halkta öyle doygunluk olmuş ki patates, karpuz gibi pek çok meyve dahi toprakta çürümeye bırakılabiliyor. Ya da hayvanlara verilebiliyor. Vişneler, mandalinalar, narlar İsa’nın çarmıha gerilişi gibi dallarda asılı kalmaya, kurda kuşa yem olmaya mahkum ediliyorlar.
Ve ben sokaklardan her geçişimde o meyvelerin kurumuş yıpranmış halini görünce toplanılıp değerlendirilmediğine üzülüyorum.

Aracımızın penceresini aralayınca hafif bir rüzgara kekik kokuları da eşlik ediyor. İnce yapraklı, alabildiğine özgür dağ kekikleri.
O yoldan öyle severek tırmanmıştım ki belki de içimden oralarda yaşayabilmek için bir dua bile geçmişti. Belki de bunun hatırına yıllar sonra Bozdağ’dan bir ev kiralamak nasip oldu bize. Ve kekikli yolu yıllarca tırmanıp durdum.
Her tırmanışımda o ilk heyecanı yeniden hissettim. Her seferinde kekiklerin gün geçtikçe keskinleşen kokusunu daha fazla duydum.

Bozdağ’ın eteğinde, Salihli yolunda eski bir tarihi şehir olduğunu, işte bu yolu tırmanırken eşimin babasından sürekli duyardım. Bu dağın eteğinde yıllardır gizlerini saklamaya çalışan bir antik şehir.

Lidyalılara ait, Sardes isminde, paranın ilk kullanıldığı yerlere tanıklık etmiş bir şehirdi bu. Yol üzerinde gözümüzün bakmaya yorulduğu ve belki bir anlık yanılsamayla deniz dahi sanılabilecek kadar kocaman o ovada, gözümüzün görebildiği son noktayı gösterirdi babam. Bak o tümülüsler , o dönemde yaşamış kral mezarları derdi. Mısır piramitlerini andıran ufak ufak tepecikler. En azından bizim mesafemizden görünen böyle.
Yine çokça aldırmazdım. Belki de sadece bizim toplumumuza özgü bir kayıtsızlıkla göz ucuyla bakıp geçerdim.
Bir gün elime İskender Pala’nın “Karun ve Anarşist” adlı kitabı geçti. Yanlış hatırlamıyorsam kitap 12 Eylül döneminde ve Antik dönemde yaşanmış iki ayrı hikaye arasında paralellik kurarak, toplumun değer yargılarındaki yozlaşmayı ele almıştı. Bu kitapla beraber o bölge ve çevresindeki antik çağ kalıntıları ilgi alanıma girmeye başladı.
Bir gün eşime Lidya krallığının merkezi olan Sardes’i gezme teklifinde bulundum. Üstelik böyle dibimizde dururken neden yıllardır gezmediğimize o da anlam veremedi.
O yaz Sardes’i ailece gezme imkanı bulduk.
Kalıntılarda en dikkat çekici yapı Artemis Tapınağı ile Gymnasium’du. Bu antik kente ait ayrıntılara girmeyeceğim elbette.

Lidya parayı ilk bulan devlet. Sardes’i gezerken paranın yeni yeni tanınmaya başlandığı bu topraklardaki insanları hayal etmeye çalıştım. Bizden ne kadar uzak bir medeniyet. Ama öylede değil bir yandan. Aynı toprakların ekmeğiyle suyuyla beslenen, aynı toprakların emzirdiği çocuklarız biz. Ne kadar farklı olabiliz. Bir yandan da atalarımız.
Onlarda bize benziyor olmalıydılar.
Dertleri, tasaları, sevinçleri, coşkuları bize benziyordu muhakkak.
Mesela parayla yeni tanışan iki Lidyalı şöyle konuşmuş olamaz mı?

-O elindeki nedir len?
-Para derler buna abi. Geçen gördüm İrecep bundan 2 tanecik vedi. Tam on dene öküz aldı.
-Sahi mi deyon len.
-Hee valla sahi deyon. Bunun alamadı lanet yokmuş abi.Hem deyolar ki bunnan avrat bile alabilimişin.
-Ne deyon len sen. Demek avrat bile alabilimişin bunnan heee.
-Hem öyle zaman olcamış ki, namus şeref bile satın alabilcemişin. Bu olmadı mı hörmet bile görmeycemişiz.
-Abooov gödün mü başımıza geleni. Bunu eyi demedin emme…

Siz ne diyorsunuz, komik mi oldu bu hayali konuşma? Böyle konuşmalar olmamış mıdır?
Eğer böyle konuşmalar yapılmışsa bu insanlar, Delphoi ya da Didyma bilicilerinden daha iyi tahminlerde bulunmuş olurlardı doğrusu.

Mesela o dönemde de şu güzelim asma
bahçeleri varmıştır. Asma bahçelerinden devşirilen üzümlerden yapılan şaraplarla, yoldan çıkan insanlar da varmıştır. Belki şöyle erik fidanları, dalında kuruyan mandalinalar ve narlar ; şöyle dağlar dolusu kekik, kiraz, zeytin, incir ve ovalar dolusu patates ve karpuz varmıştır.

Şuradaki Minotaur’un hapsedildiği labirente benzer yollar yokmuştur. Her köşe başına dikilmiş kafasından dumanlar çıkan, ağzından kötü kokulu salyalar saçan Kerberos kılıklı fabrikalar da yokmuştur.

Bozdağ ve eteklerini gezinirken işte böyle şeyleri kurup durdum kafamda. Bir ayağım antik çağda diğer ayağım bugündeyken belki çok sağlam bir yürüyüş olmadı bu ama çok zevkli bir yürüyüş oldu.

Bu yaz okuma grubu ile birlikte bu yürüyüşü destekleyen enfes bir okuma yaptık. Yunan antik çağına ziyaretlerde bulunduk. Mitoloji 101 kitabı ile başlayan antik çağ yolculuğumuz Homeros, Hesiedos, Sofokles, Azra Erhat, Cevat Şakir ve daha pekçok yazar ile devam edip Ahmet Ümit ile son buldu.
Antik çağa ait Tanrısal inanış hikayelerinden pek çoğu benim zihnimde Efes’e kadar uzandı, ama yine Manisa ile tamamlandı. Antik çağa ait unutmuş olduğum pek çok hikaye bu okumalarla iyice depreşip zihnimde yeniden yerini aldı.
Örneğin Eşek Kulaklı Midas ve Niobe’nin hikayesi bunlardan bir iki tanesiydi.
Manisa da Spil Dağ’ına ilk eşim ile beraber çıkmıştık. Orada da dağlarda kekik kokuyor muydu hiç hatırlamıyorum. Bir otobüs dolusu arkadaş vardı.Ve benim kucağımda küçücük bir bebek.
Dönüşte kızım öyle çok ağlamıştı ki , o uyudugunda eşimle biz de birbirimizin omzuna yaslanıp uyuyup kalmıştık.
Gözlerimize Zeus’un yıldırımları gibi çakan bir ışığın aydınlığıyla uyandık uykudan. Uyanınca bir arkadaşın düşmesin diye bebeği tuttuğunu gördük. Ve bizim o yorgun halimizin fotoğraflarını çekip, bize güldüklerini o an anladık. Biz de güldük onlarla beraber.

Ağlayan Kaya’nın (Niobe’nin) hikayesini ilk
o gezide duymuştum.
“Tantalos’un kızı olan Niobe Manisa’da doğmuş, efsaneye göre Tanrıça Leto ile birlikte çocuklukları bu yörede geçmiştir. Daha sonra Thebai Kralı Amphion ile evlenen Niobe’nin yedi kız, yedi erkek olmak üzere 14 çocuğu olur. Çocukluk arkadaşı ve Zeus’un eşi Leto’nun ise Apollon ve Artemis olmak üzere iki çocuğu vardır.
Her fırsatta çocukları ile gururlanan Niobe’ nin kendisinin çok çocuğu olduğunu, Leto’nun ise sadece iki çocuğunun olduğunu söylemesi Tanrıça Leto’ yu öfkelendirir ve çocuklarından Niobe’yi cezalandırmalarını ister. Niobe’nin bütün çocukları Apollon ve Artemis’ in oklarıyla öldürülürler. Niobe çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar. Sonunda tanrı Zeus, Niobe’ nin haline acır ve ızdırabına son vermek için onu Spil Dağı eteklerinde taş haline getirir.
O kayadan ince ince sızan suyun Leto’ nun gözyaşları olduğuna inanılır.’’

Evet hikaye böyle. Hemen hemen her yörenin taşa dönüşmüş bir kahramanı bulunur. Hatta benim küçücük kasabamın bile sevdiği adama kaçarken ailesinin bedduası yüzünden taşa dönüşmüş bir Gelin Kaya’sı var. Ama hiç bir yörenin taşlaşmış kahramanı Spil’inki gibi Antik çağa ait değildir ve hiçbirinin kahramanı onunki kadar
efsanevi gelmez kulağımıza.
Evet ben bunca mitoloji okunmasından sonra, onların ışığında geçmişin odalarında ufak da olsa bir gezinti daha yapmaya fırsat bulabildim.
Ve içimde Ege kıyılarında dolaşıp onca zaman kayıtsız kaldığım bu güzellikleri keşfetme duygusu oluştu.
Daha önce gezdiğim Pergamon antik şehri ve Efes’ in kültürel değerlerinin çok da iyi korunamadığını görmüştüm. Muhtemelen Ege’ nin kıyılarında Antik çağa ait diğer kentleri gezerken de mahremiyeti korunamamış bir sürü tarihi kentle tanışacağım.
Her şeye rağmen doğanın ve insanın beraber aşındırdığı bu tarihi kentlerle, o dönemin insanı, bir şekilde kültürünü yüzyıllar sonrasına ulaştırmayı başarmış.
Kekikler yine bugün olduğu gibi yüzyıllar sonrasında da o dağları mesken tutacaklar.
Peki bizden yüzyıllar sonrasına kalacak bir kültürü biz inşa edebildik mi? Edebilecek miyiz?
O kekik kokulu dağlara inşa edilen kaç yapı yüzyıllar sonrasına bizim varlığımızı taşıyabilecek?
Bütün bu soruların cevabını insanımızın sanata olana ilgisinde aramalıyız.
Ege kıyılarındaki tarihi kültürel zenginlik öylesine yoğun ki bolluktan dalından devşirilmeyen meyve ağaçlarına gösterilen ilgisizlik gibi yöre halkı bunların farkında bile
değil.
Pergamon, Efes, Didim , Bodrum gibi topraklarından kültür fışkıran memleketlerin kırk haramiler tarafından talan edilme hikayeleri iyi okunmalı, iyi okutulmalı.
Hazine sahiplerinin neden kapıları umarsızca açık bırakıp gittikleri de iyi sorgulanmalı.
Karun ve Anarşiştin bir bölümünde Atinalı bilge Solon’un Krezüs’ü ziyaretinden bahsediliyordu.
“Krallığına Preslerin yaklaştığını öğrenen Krezüs , krallığını korumak için arayış içerisindedir. Krallığının sonsuza kadar devamı için ne gerektiğini Solon’a sorar. Bilge Solon devletlerin maddi gücünün bir gün son bulabileceğini ama CULTURA sının zengin olması halinde varlığını sonsuza kadar yaşatabileceğini söyler.
Yönetimlerin geçici ancak kültürlerin kalıcı olduğunu anlatır. Krezüs Solon’un anlattıklarını saçma bulur. Ne yani ulu hükümdarlığını resim, müzik, edebiyat, sanat mı kurtaracaktır? Sinirlenen kral Solon’u ülkesinden kovar…”

Sardes şehrini gezerken Solon’un gözümde beliren hayali silüetine tebessüm ettim ve yüzyıllardır kralların hiç değişmediğini kulağına fısıldadım.

Bir Yorum Yaz

Lütfen Yorumunuzu Giriniz
İsminizi lütfen buraya yazınız