Emre..

Akşam olmak üzere.. Güneş batmadan ablamın evine varmak niyetindeyim. Kendilerini aydınlatmaktan aciz olan bir kaç sokak lambasının sarsak ve cılız ışıklarına güvenemiyorum.
Zaten küçüklüğümden beri, köşe başlarını bekleyen umacılarmış hissini verir bana sokak lambaları. Ya da bazen sanki vücutlarının ardında sakladıkları küçük cinleri varmış da, tam yanından geçerken önüme atlayacaklarmış gibi tedirgin olurum.

Dışarıda rüzgâr var ancak çocukluğumdaki asabiyeti yok; Hafif ve mutluluk veren bir yumuşaklıkta esiyor bugün.
Bu beldelerde rüzgar pek çok zaman çatıları uçurur, evinizi tahta bir beşik gibi sallar. Sıcacık sobanızın başında huzurla oturmayı aklınızdan bile geçiremezsiniz. Sobalar tren bacaları gibi içine çektiği zehri, evinizin içine geri kusar.

Rüzgârlar kapı aralıklarından, pencere pervazlarından kendilerine geçecek incecik hatlar bulup, İsrafil’in borusu gibi, kıyameti andıran ıslıklar çalarak evinize dolar. Bu sesler aşina olmayan kulaklar için yeteri kadar ürkütücüdür.
Benimse sokak lambaları kadar seslerden ürkmüyor olmamın sebebi, küçüklükten beri onlarla olan tanışıklığımdır.
Göz alabildiğine uzanan mısır tarlalarının kıyılarına açılan patika yollardan, rüzgarın önünde nice koşturmuşumdur. Rüzgarın kollarında minicik bedenim uçmaya çabalayan bir serçe gibi çırpınıp durmuştur.
Yüzüme vuran ve beni uçururcasına iteleyen o rüzgâr, özgürlüğü ilk hissedişimdir.
İşte bu akşam üzeri çocukluğumdan kalma bir günün içerisindeyim.

Güneş, son kızıl ışıklarını, dökülen sarı sonbahar yapraklarının üzerinde gezdirip onlara daha da büyülü bir eda verme sevdasında.
Ablamın evi çok da yakın sayılmaz. En az yarım saatlik bir mesafe. Eskiden Arnavut kaldırımlı taşları olan, şimdi ise çok daha çirkin ve vasıfsız duran parke taşlarını yürüyerek mahalleyi geçiyorum.
Uzun zamandır görmediğim üç beş mahalle sakinine selam vererek, bir kaç lafı da esirgemeden yürümeye devam ediyorum.
Mahalle yolunun sonu, kasabanın ana caddesine yani çarşıya açılıyor.
Tek bir sokaktan ibaret olan çarşı içinden daha da hızlı ilerleme telaşındayım. Sokağın iki tarafını tutan kahvelerde akşama kadar sinek öldürüp, öldürdükleri sinekleri sayma yarışına girişen seyirci topluluğu. Sandalyeler iç mekanlara çekilmiş durumda olsa da camların ardında gözlerin üzerime çöken ağırlığı beni rahatsız ediyor.

Sokağın bitiminde eski bir ilkokulun bahçesine çıkan en az altmış basamaklı bir merdiven var. Merdivenin yanı başında uzanan dökülmeye yüz tutmuş biçimsiz, gereksiz yapay bir şelale. Şelalenin bitiminde yer alan ufak, hırpani bir çay bahçesi.
Çay bahçesinin yanından geçip merdiveni tırmanıyorum. Yorucu bir tırmanıştan sonra bir kaç ayda olsa gidebildiğim ilkokulun bahçesindeyim.
Çok güzel hatıralarım olmamıştı bu okulda. O zamanlara dair hatırları kafamdan silmeyi yeğlemişim. Sadece üç beş anı kalmış. Çok sert ve itici bir bayan öğretmen, acayip bir sıra arkadaşı, bir de oynadığım tek kişi olan mavi gözlü bir oğlan çocuğu.

Akşam karanlığı yavaş yavaş bütün varlığı kucaklamış durumda. Biraz okulla ilgili kafamdaki karanlık düşüncelerden, biraz da ortalığı sarmış durumda olan karanlıktan dolayı tedirginim. Ayrıca okul bahçesi şu anda oldukça tenha.
Okulun bahçesinde kafamdaki silik hatıralarla yürürken parke taşların üzerinde oturan birini gördüm. Ufak bir çocuk olmalıydı. İyi de bu saatte burada tek başına ne işi vardı ki. İlk başta bana masallarda anlatılan türden cin falan olup olmayacağını düşündüm. Sonra bu saçma bulduğum düşünceye tebessüm ettim ama içimdeki korku geçmedi.Tüm bu korkularla yanından hızlıca geçip gitmek niyetindeydim ama içimde bir sürü çığırtkan ses konuşup duruyor. Bütün sesleri susturarak yanına gidip konuşmaya karar verdim.
Usulca, birazda korkarak yanına yaklaştım.
-Merhaba küçük adam, dedim.
İki sevimli göz, sıcacık tebessümlerle gülümsedi. Akşamın karanlığı çekildi, rüzgarın uğultusu dindi, bedenimi sıcacık bir mutluluk hissi sardı.
— Merhaba abla, dedi çekingen bir eda ile.
Bütün tedirginliğim geçmişti.
-Adın ne ki senin küçük adam, dedim.
–Emre, abla dedi.
-Yunus Emre’mi yoksa?
–Hayır sadece Emre.
Neden Yunus Emre olsun ki?
-Hani öyle bir adam var ya. Allah’ın sevgili bir dostuymuş. O yüzden dedim.
–Ben tanımıyorum o adamı, dedi.
-Tanışırsak ben sana sonra anlatırım.
Söyle bakalım sen bu saatte tek başına burada ne yapıyorsun?
-Benim evim şurası abla. Ben burada oturuyorum, dedi.
Baktım ,okulun üst tarafında ufak bir ev. Yüzü eskimiş, yıpranmış. Belki yıllar önce yapılmış. Beyaz badanası pul pul dökülmüş.
Okula bakan cephesinde cilası çıkmış ahşap pervazları olan isli penceresi, evin yüzünü iyice eskimiş gösteriyor.
Rampaya kurulmuş ev, sanki okulun üstüne devrilecekmiş gibi. En az evin kendisi kadar bakımsız bir bahçesi var. Bahçeyi çeviren tellerin üzeri yer yer neden konulduğunu anlayamadığım çuvallarla örtülü.
Gözlerimi evden çocuğa çevirdiğimde, bana bakan o iki ışıltılı gözün böyle bir evin içinde nasıl bu kadar güzel bakmayı öğrenebildiğine şaşırmış öylece duruyorum.
Ben bunları düşünürken sessizliği ilk bozan çocuk oluyor.
-Evimiz güzel mi?
–Evet güzelmiş ama sen büyüdüğünde daha güzel bir ev yaparsın bence.
-Evet abla kocaman bir ev yapacağım. Hem de bahçesinde çiçekler olacak. Meyve ağaçları olacak. Bak o evin önündeki ağacı görüyor musun? O ağacı babamla ben iki yıl önce diktik. Elma ağacı o. İlkbaharda öyle güzel açtı ki görseydin gelin gibi olmuştu.
-Öyle mi? Keşke görebilseydim.
–Keşke görseydin.
-Ben bu baharda gelirim yine. O zaman bakarım ağacına.
-İnşallah dedi.
Etrafıma bakındım. Ona da etrafı işaret ederek;
-Emre bak akşam olmuş.
-Sen böyle akşam akşam burada oturmamalısın, evine gitmelisin. Bu saatte sokaklar tehlikeli olur, biliyorsun değil mi dedim.
–Ben korkmuyorum ki. Her zaman oturuyorum burada. Parkta hep oynuyorum. Hem evde kimse yok ki. Benim evde canım sıkılıyor, dedi.
-Nasıl, yani sen hep akşamları burada mı oturuyorsun?
–Evet.
-Annen sana kızmıyor mu?
–Annem yok ki benim. Ben bebekken gitmiş.
-Ya baban. O kızmaz mı?
–Kızmaz. O daha işten gelmedi.

Ne diyeceğimi, dahası ne yapacağımı bilemiyordum. Çocuğu orda bırakıp gitmeye
gönlüm elvermiyordu.
Çocuktan azıcık uzaklaşıp ablamı aradım.
Ona durumu izah ettim. “Al, gel dedi. O beni tanır. Arada sırada misafirim olur. Bana geleceğini söylersen itiraz etmez. Bilakis çok sevinir. Ben babasını tanıyorum. Arar bizde olduğunu söylerim.”
Havalara uçtum sevinçten .Gider gitmez ablamın boynuna atılıp öpmek niyetindeyim.
-Emre, dedim. Hadi seni Neslihan teyzeye götüreyim. Sen onu tanıyormuşsun.
–Sahiden mi? dedi.
-Evet, sahiden. Ben onun kardeşiyim.
-Tamam, o zaman ben Neslihan teyze’yi çok severim. Hem burada tek başıma canım sıkıldı.
–Tamam. Biz babana haber veririz. Neslihan teyze onu tanıyormuş.
-Biliyorum, dedi.
Emre’nin elini tuttum, yürüyorum. Bilemiyorum, o mu daha mutlu ben mi?
İki ışıltılı gözün aydınlattığı yolda yürüyoruz.
Rüzgar mı hafifledi, sabah mı oldu bilmiyorum zaman az önceki zaman değil.

O akşam Emre’nin hikayesini uzun uzun dinledim ablamdan.
Emre’nin annesinin daha beşikteyken onu terkedip gittiğini, babasıyla yalnız bir yaşam sürdüklerini, evde pek çok zaman yalnız kaldığını, kimselere kapı açmaması için babasının sıkıca tembihlediğini, arada bir yalnızlıktan korktuğunu ama alıştığını, ufacık bedenini ufacık elleriyle nasıl da güzel yıkayabildiğini, sobayı yakmayı becerebildiğini, bir annenin yapması gereken ne varsa nasıl omuzlarına yüklendiğini öğrendim.
Dışarlarda tek başına gezdiği için çevredeki insanlar tarafından sosyal hizmetlere alınması için şikayet edildiğini, sosyal hizmetler gelince babasının nasıl yalvardığını ,onları ikna etmek için ne diller döktüğünü de öğrendim.
Baba oğul demek ki sıkıca kenetlenmişler ki sosyal hizmetler bile koparamamış onları. Bir erkek ne kadar anne olabilecekse o kadar anne olmaya gayret ediyormuş babası ama bu kadar başarabiliyormuş işte.
Sofranın başına çocuklarla beraber oturduk.
Ablam kayda değer, gözlere şenlik bir sofra kurmuş.
Emre’nin mutluluğu diğer çocuklarınkinden ayrışıyor. Onun halinde, tavrında coşku dolu bir şey var.
Her iki kaşıkta bir sevgi yüklü gözleri, gözlerimizde buluşuyor. Sonra sofradaki herkese tek tek dikkatlice bakıp içinde bulunduğu ortamı sanki iyice içine sindirmek istiyor.
Kılık kıyafeti öylesine düzgün ve kalbi öylesine sevgi dolu ki bu anlatılan hikayenin kahramanı olması mümkün değilmiş gibi.

Ahh Emre! Seninle neden karşılaştım bugün?
Seni neden gördüm. Neden gözlerin böyle güzel bakıyor? Bu katıksız ışık nasıl bir kaynaktan geliyor?
Gidenler o güzel yüreğinde hiç mi boşluk bırakmadı. Boşlukların karanlıkları olur. Onlar senin bakışlarında yok.
Galiba artık seni hiç unutamayacağım. Bir yumruk gibi hep bağrımda duracaksın. Gördüğüm her yalnız çocuk seni hatırlatacak bana. Eski, metruk bir evin çehresinde senin çehreni göreceğim. Terkedilmiş, viran bahçeler senin kimsesizliğini söyleyecekler.
Esip duran rüzgarlar, artık özgürlüğümü değil, senin savrulup giden hayatını hatırlatacak.
Günün üzerine çöken akşam karanlıkları seni hatırlatacak.. Akşamların hoyratlığından ziyade insanların hoyratlığı beni üzecek..
Dalı budağı kırılmış körpe fidanlarda seni göreceğim.
Parkların yalnızlığında senin silinip gitmeyen hayalinle dertleneceğim.

En kötüsü de ne biliyor musun Emre?
Yüreğim bunca çırpın duruyorken seni yalnızlığınla öylece yüzüstü bırakıp gitmek. Yarana sürecek merhemin bende olmayışı. Acını hafifletecek iksirin elimde bulunmayışı.
En kötüsü de ne biliyor musun Emre?
Taşıyamayacağı yükü insanın kendine yük etmesi?
Oradan oraya nereye bırakacağını bilmeden gezdirip durması. Bırakacak yerinin, sürükleyecek kıyısının bulunmayışı..

1 Yorum

  1. Harika bir yazı. Duygularınızı ne kadar güzel yansıtmışsınız. Eminim okuyan herkes bu hikayenin içinde hissedecek kendini. Kaleminize, yüreğinize sağlık.

Bir Yorum Yaz

Lütfen Yorumunuzu Giriniz
İsminizi lütfen buraya yazınız