Gecenin bir yarısı.. Evin içinde bir kasvet var. Evin boğucu atmosferinden kurtulurum umuduyla vücudumu balkona sürükledim. Balkondan görünen manzara alışıldık haliyle yine canımı sıktı. Estetiksiz, çirkin bir bina. Birnevi gökdelen. Arkadaki ormanın canına zaten rahmet okudu da, utanmasa gökyüzünü göstermeyecek. Ufak bir boşluktan yeşilin içine uzanıp yatan okulumu görebilir miyim diye baktım. Karanlığın ağırlığından görmem mümkün olmuyor. Ben yine onun olduğu taraftan gözümü alamadım. Uzun uzun, silüetini hiç de seçemediğim halde ona baktım. Evet göremiyordum, ama soluklarını taa buradan hissedebiliyordum. Gecenin içinde buruk, soğuk, devleşmiş cüssesiyle o da bana doğru bakıyordu. Belli ki onu da benim gibi uyku tutmamıştı. Hislerimi anlamaya çalışıyordum. Karmakarışık duygular. Geçmiş zamanın insanın üzerinde oturan bir ağırlığı, bir iç ezişi olur ya o cinslerden. İyi mi kötü mü çok da ayrımına varamıyorum. Hayret uzun zaman olmuş gündüz gözüyle onu izlemeyeli, bunu da gece farkettim. İzlemeye cesaretim de yok. Orası benim çalıştığım ilk Lise üstelik. Neden bu içimde ki bir sürü şey. Anlamlandıramadığım, adını dahi koymadığım bir sürü şey. Ne çok şey yaşadım o okulda.Ne çok hatıramı.. Bağrına bırakıp geldim. Okulun bahçesinde gezinmeyi, Çınar ağacının gölgesine oturmayı, uzun uzun denizi seyretmeyi ,denizin ferah nefesini o mekanda içime solumayı, mavi gözlerinin içine o mekanda bakmayı özledim. O çınar büyüdü evet. Büyümüştür de şimdi daha çok. Ben de görmedim uzun zaman oldu. Halbuki o okulda beni gölgesinde sarıp sarmalayan, anlayan değerli varlıklardan biriydi. Yapraklarıyla, saçlarımla oynar gibi oynamayı, diplerindeki sümbülleri koklamayı, onunla yalnız kalmayı severdim. Sanki bana yoldaş olsun diye dikilmişti. Bazen beni herkesten daha çok dinlediğini, herkesten daha çok anladığını düşünürdüm. Hatta herkesten fazla değer verdiğini. Bıkmazdı benden, usanmazdı. Orda öylece bekler dururdu gelişimi. Altında kitap okumanın, soru çözmenin ,gençlerle muhabbet etmenin tadı başka yerlerde yapılanlara benzemezdi. Onun gölgesinin ayrı bir uhrevî tadı olur, sanki onun gölgesinden başka alemlerin menfezlerine açılırdınız. Teneffüslerde etrafımı sırnaşık güller sarardı. Güllerin içinde gezerdim. Güllerin kokusun da mest olurdum. Okulun hem içi hem dışı gül doluydu. Eğer dersimiz de boşsa, bir de mevsim ilkbaharsa keyfimize diyecek olmazdı. Sırnaşık güllerimden birini çayları ve çikolataları almaya gönderirdim. Onlarda geldi mi muhabbetin demi de koyulaşır giderdi. Üst katlarda dersleri devam eden öğrencilerin gözlerinin tahtada, akıllarının bizde olduğu aşikârdı. Arada bir çaktırmadan bize çevrilen gözlerde imrenmeyle karışık çaresizlik duygularını okurdunuz. Gözlerdeki yılmışlık ifadesinin ölçeğinden anlardınız öğrencinin hangi derste olduğunu. Fizik, kimya, matematik, biyoloji gibi anlamakta biraz daha gayret isteyen dersler de o gözler, bir nebze daha uyanık ve açık dururdu. Edebiyat, felsefe, tarih, coğrafya gibi derslerde gözlerin ayarı kısılırdı. Hele birde bu derslerin hocası dersi tekdüze işliyorsa bizimkiler kendini uyuma moduna alırlardı. Baharlarda da ders mi çekilirdi. Hak verirdim onlara. Kim istemezdi ki, baharlarda dersler bahçelerde olsa. Hatta hiç ders olmasa baharlarda. Bazen üzülürdüm bu çocuklara. Deli divane gibi ders çalışırlardı. Onların yaşlarında olduğum zamanları hatırlar, kendi dönemimle kıyaslayınca, ne kadar şanssız olduklarını düşünür, kendi namıma mutlu bir çocukluk ve gençlik geçirdiğim sonucuna varırdım. Hayat bu kadar ciddiye almaya değer miydi cidden. Bu çocuklar duvarların ardına hapsolmuşken geçip giden baharlar. Baharların hemen akabinde İstanbul gezilerimiz olurdu. Geziler yaklaşınca çocukları ve beni bir heyecan sarardı. Otobüsü dolduran bütün insanlar bana çok özel gelirdi. Otobüse doluşup, İstanbul’un yolunu tuttuğumuzda, herkeste başka bir ruh hali, başka bir atmosfer hasıl olurdu. O çocuklarla Okulda ki herkesten farklı bir bağ kurulurdu aramızda. Sanki İstanbul kendisi gibi, özel ve güzel olanları kabul ederdi ziyaretgâhına. Hepimizin gönüllerinden taşıp duran sular İstanbul’da birbirine kavuşurdu. Akan sular İstanbul’a ulaştı mı eski hoyratlığından eser kalmaz, dinginleşirdi, durulurdu. Gezilerden geriye döndüğümüzde o çehrelerin değiştiğini, gözlerinde varlığa bakışlarının başkalaştığını görürdüm. Şimdi o lise, o güller, o gül yanaklı öğrenciler, o çınar, Hepsi öyle uzak ki… Zihnimde beliren onca hatıra. Yaşandı mı gerçekten bilmiyorum. Belki birer yanılsama. Belki birer düş. Belki de zihnimin bana oynadığı bir oyun. İnsan gerçekle düş arasında sıkışıp kalmış zavallı bir yolcu. Şimdi nice zaman oldu, bu hatıraların üstüne. Güller büyüdü. Yabanileşti. Birkaç tomurcuk kaldı açan, güzel kokan sadece bir kaç tomurcuk. Bahçıvanlar öldü. Çınar büyüdü, altında oturanlar büyüdü. Beste ile Göksal büyüdü. Seyfullah büyüdü. Berna ile Nurhayat büyüdü. Kerem’im büyüdü.. Arada gelmeseler, evimi kokuları doldurmasa hepsi düşten ibaretmiş derdim. Ama değilmiş. İyi ki de değilmiş… Belki bu gün uzun uzun bakarım liseye. Belki beni dinler, belki anlar. Her varlığın bir ruhu var değil mi? Belki benim ona kırgın olduğum kadar o bana değildir… Bir gün yürüsem sahil boyu, yolum yine bahçesine düşse. Yine otursam çınarın gölgesine. Yine gözlerimiz denize uzansa. Ve her şey aynıymış gibi. Geçse tüm kırgınlıklarımız.. |
Çınarın Gölgesinde
Yorumlar kapatılmıştır.
Maddeden manaya inebilen ,okuyucuyu asla sıkmadan onları yazının içine çekip adeta bunu bizlere yaşatan değerli yazarımız: sevgili hocam iyiki varsınız. Kendisinden çok şey öğrendim diyebilirim. Siz Edebiyatimiza kazandırılmış yaşayan bir değersiniz. İçinizdeki yazma ve üretme aşkının bir ömür sürmesi etmesi dileğiyle… Esra Çakmak
Harika olmuş. Keşke benim de sizin gibi bir öğretmenim olsaydı. Beni gül gibi gören. İnsan karşısındakini kendinden bildirmiş ya😊