Düş Alevleri

Geçenlerde okudum, sözler kimindi adı hatırımda da değil! “Sanat, insanı ilkselliğe götürendir.” diyordu. Fenomenoloji ile ilgilenenler bunu ve tabii buna yakın şeyleri daha iyi bilir.

Belki en eski anımsayışım: Kerpiç duvarda isli bir kandilin cılız alevi… O alevin aydınlığı miktarınca penceresinden hayat yayılan iki katlı ahşap köy evi ve kenarından akan dere. Kış günleri zihnimde daha ağır bastırıyor olmalı ki erken çöken akşamlardı. Ve uzun, upuzun gecelerdi… Yemekten sonra herkes odalarına çekilince yere serilen sünger döşeğe yatar, baş başa kaldığım ninemi namazını kılarken seyrederdim.

Kalın bir başörtüsünün çevrelediği beyaz bir yüzü, feri çekilmiş yeşil gözleri ve çatılmış kaşlarının öne çıkardığı alabildiğine sert bir siması vardı. Çok az konuşur, işini kendi görür, icap ederse bakışıyla emrederdi. Mırıltılarla kıldığı o uzun namazlarında benim bilmemem gereken birileriyle konuştuğunu düşünürdüm. Benim görmediğim birileriydi bunlar. Yalnızca fısıltıylaa konuşulup anlaşılan ve yalnızca ninemin bildiği birileri. Ve tabii ninem konuşma gereği duyuyorsa imtiyazlı birileri.

Ocak başının kenarında isli bir kandil asılıydı. Sanki o dahi ürperiyormuş gibi titreyerek onun namazına eşlik ederdi. Fırtınaların hoyratlaştığı kimi kış gecelerinde titrek kandil söndürülmemişse eğer iyice ürperir yalnızlığımızı ve ıssızlığımızı koyulaştırırdı. Fırtına uğuldar eser gürler ocak başında kıyıdaki mısır sümekleri ucundan tutuşurdu. Ninem namaza ara verince dışarıda kalan uçları ocağa sürerdi. Uykuya direnebilirsem namaz bitince ninemin kandile eğilerek usulca üflemesini görmek için beklerdim. Alev sönerken camın içinden ince bir duman çıkardı. İşte bilmediğim her şey oradaydı. Ninemin konuştuğu kişiler o dumana karışır kaybolurdu. Yahut kaybolmaz da odanın kenarlarına sinerlerdi. Çünkü odanın karanlıklarında hep birileri vardı ve alevin ani parlayışlarında bakışlarını yakaladığım olurdu.

Bazen aynı dumanı ocak başındaki odunların son alevlerinde görürdüm. Küçük çıtırtılarla kırılan odunlar çözülür köz olur, titrer titrer göz olurdu. Sesini duyardım o dumanın. Dışarıda gökler buğulu bir duman olur uğuldardı. Uğultusu geceyi bile korkuturdu. Gece sırları saklayan yaşlı bir kadın gibiydi. Örterdi, susardı, saklardı.

Gecenin kısık sesiyle “Filanca ölmüş!” derlerdi evde bazen. “Kimmiş,” derdim. “Bilmezsin,” derlerdi. “Yaşlı bir kadın!” O seslerin alıp götürdüğünü düşünürdüm o kadını. Son can ateşi sönerken ruhunun kandildeki duman gibi ağzından çıkıverdiğini sanırdım. Fırtına iyice hiddetlenir, haykırırdı. Ninem ocak başının örtüsünü indirir havalanmasın diye üstüne ağırlıklar koyardı. Fırtına üstüne bir engel atılmış gibi o geniş bohçanın içinde çırpınıp dururdu.

Fırtınanın örtüye hapsedildiği gecelerde uykumdan korkuyla uyandığımda yahut uyanmayıp da rüyalarımı gözleri açık görmeye devam ettiğimde rüzgâr uğultularının sesimi duymasından çekinip “Nine,” derdim usulca, “Kandili yak, korkuyorum!” “Korkma!” derdi “Kar yağacak, bu onun telaşı, sabah kar olur her yer.” Hakikaten de sabah olup da ocak başının örtüsü kaldırıldığında kenara dikilmiş çömleği sacayağı kar örtmüş bulurdum.

Bazı geceler cemreler getiren fırtınalar olurdu, “Korkma!” derdi yine ninem, “Cemre düşüyor!” Cemre kimdi, nasıl bir yüzü vardı, gökyüzünden nasıl düşerdi. Bu soğukta, bu karanlıkta, bu ıssızlıkta dışarıda yapayalnız ne yapardı?

Ölen o yaşlı kadınlar cemrelerle beraber miydi? Ölüm, gecenin ortasında dışarıda kalmak olmalıydı. Geceye terk edilen olmalıydı. “Nine korkuyorum!” derdim. “Korkma!” derdi. Cemreler hoyrat fırtınalar gibi havaya, toprağa ve suya düşer ağlardı. Ninem namazda bütün o ölü canlarla konuşurdu, ben ne konuştuğunu anlamazdım, o da bana söylemezdi.

Gecenin yalazında uzaklardan sesler duyardım, çok uzaklarda rüzgâr demirden el arabalarına eşyalarını doldurur, demir tekerleklerini uğul uğul döndürüp taşırdı. Sabahlara kadar hiç bitmezdi bu taşımalar ve demir tekerlekler kulaklarımda uğuldayarak döner dururdu. Bazen sesler çok uzaklara gider, ocak başında yanan son odun mecali kesilerek kendini bırakır ve o duman çıkardı. Ben o dumanı görürdüm. Ninem üstümü iyice örterdi. “Hasta olmuşsun” derdi, ateşin çıkmış!” Titrerdim. Kulaklarımdaki uğultuyu demir tekerlekli arabalar sanırdım. Gecenin içinde bir yerlere gider gider gelirlerdi.

O duman ne zaman çıksa, o rüya yüzleri kaybolurdu. Masallar biterdi. Yalnızlaşırdım, kimsesizleşirdim. Titremem dinmezse ninem kandili yakar, iyice kısardı. Alevine bakardım: Sanki bir hayat başlardı, hiç beklemezken bir yüz daha belirirdi. Kısık alevin karanlık kerpiç duvarlara, tahta tavan kıyılarına çarpmasıyla uzak yüzler görünür kaybolurdu. Kimindi bu yüzler bilmezdim.

Ben hayata o gecelerde, o kandil alevlerinde ve o fırtınalarda uyandım. Kandilin cılız alevi isli camın içinden kaçıp kurtulmak istermiş gibi sıçradığı günlerdi o günler. Ama bilirdim, can ipi derinlerdeydi. Bu ne karmaşık bir şeydi. O can suyu bir alev olup göklere uçmak ister, yandıkça yükselir, yükseldikçe aydınlatır ve beliren yüzlerle rüyalara karışır kaybolurdu.

Can alevi de öyle bir yükselişin derdinde olmalıydı. Yukarılara bir yere kanatlanıp uçmanın telaşında ama can ipi derinlerde. Kandil ve alev… Ruh ve beden… Gümüş çiçek, titrek alev, mavi sızı.. Her alevin mavi, masmavi bir can elması vardı!

Kandilin ışığında gölgeler büyür büyür masal olurdu. Şimdi diyebilirim: Bir hayatı yaşadım ben. Dolu yahut boş, ne önemi var! Akşamın ilk alevi, dediğim bakışlarını o alevden beslenen insanlar tanıdım. Alevin esaslı güzelliği nasıl ki akşamın oluşunda ve ilk gölgeyi bırakışındaysa o yüzlerin güzelliği kalplerine ilk hüznün düşüşündeydi. Yüzlere o ilk gölge düşünce biz esas sanata yani ilksel olana geçebiliyorduk.

Işığın o ilk gölgesinde bütün yüzler masaldı. İlk insanları ilk defa bir araya toplayan da ilk ateşin büyüsü olmalıydı. İnsanlar hayranlıkla ateşi seyrettiler. Masalcılar o ateşin büyüsüne düşüp gölgelerin öyküsünü anlatmaya başladılar. (Platon sanat gölgedir derken belki de bütün felsefecilerin anladığının tersine özden uzaklaştıran bir şeyi değil, insanı kendine çeken o mimesis’i anlatıyordu…)

O alev bir çocuğun hayretiyle kendine bakan yüzlerde gölgeler bırakarak toplanıp dağılıyordu. Nasıl ki çocuk için her şey yeniyse, ilk insanlar için de o büyüyen ve kıpırdayan gölge yeniydi. Onların o şaşkın bakışları yüzyılların ötesine masalcılarla, sanatçılarla, rüyalarla taşındı da taşındı.

Aslında başlangıçta her şey alevin ve gölgelerin bir oyunuydu. Alevin düşleriyle başlayan hayatım, düşlerin alevleriyle bugün o ilk uyanışlarıma çağırıyor beni. Çağırdığı içindir belki de: “İyi baktın mı o yüzlere?” dedi Hafize ninem, bir gece rüyamda. “Karanlığın içinde beni ve konuştuğum insanları gördün mü? Gördüysen yatıp durma o yatağında!”

Bir gün yine kandili üfleyecek ve kendi buğumun çıkışını seyredeceğim elbet!.. O buğuyla beraber, cemrelerde ve fırtınalarda saklanan o yüzlerin hakiki rüyasına karışacağım.