Uzaklar

Torunu pek anlamazdı dalıp gitmeleri ilk zamanlar. O’da büyüyünce belli bir olgunluğa geldiğinde anlayacaktı. Şimdi sadece çocukça düşünüp oyunlarına dalmaktadır her çocuk gibi. Bu dalıp gitmeler aslında ufukta görülmeyen bir kişiyle göz göze gelip hasbihal etmek, dertleşmek, fikir alışverişi yapmaktı.

İç sesi, vicdanı, öz sesi diyebileceğimiz kendi özüyle konuşmaktadır. Öğrendiği bilgileri değerleri, yaşadığı tecrübeler ile harmanlayıp ölçüp biçip tartarak bir sonuca varır yine bilincinin derinlerinde bir yerlere atar orada yerleşmesini beklerdi bir müddet. Bu uzaklarla konuşmanın ardından bazen çok nadir konuşur. Kısa öz seçilmiş kelimelerle tane tane tekrarlamadan anlatır, bazen de hikâyelerle anlatacağını anlatır dinleyenler ilgiyle ve can kulağıyla pür dikkat dinler. Ders vermese de her dinleyen kendince bir ders çıkarır anlatılanlardan.

Döndü yanındakilere bakındı, uzamış kaşları kirpiklerine değerken başındaki takkesini düzeltti nasırlı elleriyle. Yusuf’un hikâyesini anlatmaya hazırlanıyordu ki yanındakilere tekrar bakındı gözleri doldu boğazı düğümlendi. Boğazında ki düğümü çözmek için öksürmeye çalıştı ama olmadı.  

Uzaktaki evladı geldi aklına, bir haber alamıyor bir nefesini bile duyamıyordu.  Arada bir eski çevirmeli telefonun sesiyle irkildiğinde evladının sesini duyduğu zaman iyi olduğunu anlıyordu uzaklardan o kadar. “Söylediğine göre iyi işte, elin memleketlerinde ne yapar ne içer aç mı tok mu ” diye geçirdi aklından. Sonra yine uzaklara baktı yaşlı buğulu gözlerle ve ıslak kirpiklerle beraber.

Yanındaki bir kişi hariç diğerleri anlamdı dedesinin içindeki gelgitleri. Konuşacaktı ama konuşamamıştı. Belki de uzaklarla konuşmak daha iyi geliyordu şu an için,  içindeki yangını biraz olsun dindiriyordu ufuklardaki bulutlardan gelen serinlik.

Bir seher yeli ile kapısı çalınırdı belki bir sabah ansızın o zaman anlatırdı artık hikâyesini. Şimdi müsaade etmiyordu dili, nefesi, ruhu ve zihni.    

Exit mobile version