Yalnızlığı paylaşan ince belli narin yapılı kırılgan çay bardağının içindeki demli çayın buharı yalnızlığımı gidermek için sararken bütün bedenimi, masanın üstünde üç beş zetin biraz peynire yarenlik eden ekmeğin yanında masayı işgal eden telefonuma düşen şiir ilişti gözlerime.
Son mısralarına doğru gözlerim buğulu okudum. Duygularım birbirine karışmıştı çayın şekerle karıştığı gibi.Tekrar dönüp ilk mısralarını okudum ve döküldü yaşlar gözlerimden. Süzülerek söndürmeye soğutmaya çalıştı içimdeki görünmeyen yangını.
Hastaların, ölenlerin, gidenlerin, ayrılıkların, çaresizliğin ardından döktüğüm yaşlar onların yaralarına yangılarını bir nebze olsun söndürmüştü belki kim bilir.Fakat insanın kendi yaşları kendisinin yangısını söndüremiyor. Bu yüzden bir piyanistin arkasına veya bir kitap köşesine yada bir sese veya klavyenin tuşlarında arıyorum yangının çaresini.
Şimdi olduğu gibi şiirlerin mısralarına sığınıp duruyorum. Şiirlerde geçen her kelimenin her noktanın anlamına takılıp gidiyorum dağlara tepelere bir akarsuyun kenarına bazen hayallere bazen de ruhumun derinliklerine yada bilinmeze. Tekrar tekrar okudum mısraları. Şimdi de şairin peşine takılıp yine okuyorum. Her satırı her kelimeyi her harfi okuyorum, okuyorum, okuyorum…
Bir yazı insanı bu kadar mı alır götürür yüreğinin kor ateşini incilere dönüştüren ince ruhlara selam olsun… (bu yazıya sebep olan şiire gıpta ettim)