Üşüyen Bisiklet

Soğuk kış gecesinin sabahının ilk ışıkları, bulutların arasından yüzünü gösteren güneşin ışıkları bir nebze olsun gecenin ayazını kırmış ama yine de yeterli olmamıştı, soğuk kış gününü ısıtmaya. Güneş ışığını gören kaldırımın kenarında birikmiş olan donmuş haldeki su birikintisi yavaş yavaş buzunu çözmeye çalışırken bir yandan da yol bulup akmaya çalışıyor, önündeki engelleri aşarak. Sanki kış uykusuna yatmış gibi günlerdir kımıldamadan duran bisiklet, yolunu kesmektedir yol bulup akan suyun önünde. Solgun mavi, sarı renkli gövdesi, küflenmiş jantları ve gidonu…Lastiklerinin havası inmiş, zinciri de arka tekerin dişlilerinden çıkmış öylece asılı kalmıştır dişli ile tekeri tutan demir üzerinde. Bisiklet de üşümüştür buz tutmuştur lakin güneş onu ısıtsa da üşümesi geçmez hiçbir zaman. Yalnızlığın verdiği üşüme daha da soğuktur kış aylarından.

Soğukta günlerdir öylece hareketsiz duran yorgun, üşüyen bisiklete bakarak hayaller kurardı buğulanmış camın arkasından. Siyah tekeri olacaktır, jantlarının tellerine yeni moda olan led çubuklardan takacak, hızlandıkça yanacak, renkten renge girecektir bisikletin tekeri. 21 vitesi, zili eski çıngıraklı zilden, çift amortisörlü mavi sarı renkte bir dağ bisikleti olacaktır hayalindeki bisikleti. Babasına söylediğinde “bakarız oğlum biraz para biriktirelim hem şimdi havalar soğuk binemezsin bahara doğru alırız” cevabını vermişti babası. Bakarız oğlumun anlamı şimdi bisiklete ayıracak paramız yoktur, demektir. Baharın gelmesini kumbarasındaki bir kaç kuruşun birikmesini beklemektedir. Ne uzundu bu kış bir türlü bitmemişti. Üstelik daha da soğumuştu havalar, geleceği yoktu bu baharın. İple çekmekteydi günleri. Zaten kumbarası da dolmuyordu. Babası bütün biriktirdiği paralarını amcaları ve dayılarıyla beraber aldıkları eski model bir kamyonete vermişlerdi. Kendisinden bile daha yaşlıydı dayısı anlatırken duymuştu. 1997 model yirmi yaşındaydı kamyonetleri. Kendinden 13 yaş büyüktü.  İlk duyduğunda şaşırmıştı arabaların yaşı olur mu diye. Dayısına sormuştu biraz utanarak biraz sıkılarak, dayısı gülerek cevap vermişti, anlatmış ama tam kavrayamamıştı. Olsun arabaların da yaşı olduğunu biliyordu artık. Kamyoneti aldıklarında sevinmişti ama bisiklet daha güzeldi. Ne yapacaktı kamyonetle? Direksiyonunu bile çeviremiyordu. Nakliyecilik yapıyordu dayıları, amcaları ve babası. Aldıkları parayı paylaşıyorlardı ne kazandılarsa. Kış olduğundan fazla iş olmuyor haliyle yatıyordu kamyonetleri. Zaten fazla da kazanamıyorlardı. Eşine “ havalar ısınsın işler açılır alırız bisikleti ” diyordu. Yani bisiklet için biraz bekleyecekti.

Akşam işten gelmişti babası.Yorgundu, acıkmıştı ve üşümüştü de. Bütün gün çöp kamyonunun arkasında çöp toplamıştı. Gökyüzü gri mat bir renkteydi. Kar yağmış arkasından ayazı dökmüştü bütün şehre. Zemheri soğuklarıydı. Yol kenarında sular buza dönmüş, az biraz güneş görme ümidiyle erimeyi bekliyordu, belediye çöpçüsü üstündeki çöpü aldığında. Güneş yüzünü göstermiyordu bu mevsimde. Bazen lapa lapa yağan karın ardından yumuşayan hava ile birlikte hafiflemiş bulutlar dağılır o zaman gösterir yüzünü, gelinin duvağın arkasından gösterdiği gibi. Duvağın arkasındaki gülümseme gibi ısıtıverir yeryüzünü ama hemen kaybolur bulutların ardında. Bu kovalamaca bahar sonu yaza kadar sürüp giderdi. Şimdi soğuktu her yer. Ağızdan çıkan nefes yoğunlaşıp dışarıya buhar olarak çıkar, dudaklar kuruyup çatlamaya başlar, insanın açıkta olan yüzünü ve ellerini bıçak gibi keser bu soğuklar. Dedim ya zemheridir işte. Üşümüş olan o yüz bir atkı arar, eller sıcak bir cep arar fakat gözler sulanır kırpılır kısılır. Hızlı hızlı kapanıp açılan incecik gözkapağından başka koruyacak bir şey yoktur. Üstündeki parka ısıtır biraz içini lakin yine de biraz ısırır ayaz.

Heyecanla beklemiştir dağ gibi yiğit babasını. Yalnızlığını paylaşacak oyunlar oynayacak hayallerini anlatacak isteklerini yani bisikleti anlatacaktır. Hilesiz, yalansız, saflığı ve masumluğuyla. Küçücük dünyasında büyük hayallerini barındırır yüreğinde. Bazen uyuyormuş gibi yapıp gözlerini kapatır hayallerinin peşinden gider. Gittiği hayaller ülkesinde yorulur ve uyuyup kalır yatağında. Ne annesi bilir bu dünyayı ne de babası.

Yorgundur baba bütün gün sırtlamıştır şehrin pisliğini yine de bitmemiştir. Vardiyayı teslim etmiştir akşamüzeri yine kendi gibi arkadaşına. Bazen düşünür mola verdiklerinde bir yudum çay ikram eden bir arkadaşının yanında; ” Dağ gibi birikmiş çöpler; ne kadar da gaddar ve zalim ve açgözlüdür insanoğlu. Yediklerinden kullandıklarından fazlası çöplerdedir. En kötüsünde insanlık doğayı katletmektedir. İnsanoğlunun bu hırs ve gözü dönmüş şekilde aç gözlülüğü bitirecektir dünyayı.”

Üstünü değiştirip elini yüzünü yıkayıp oturmuşlardır sofraya. Bu günde doymuştur karınları şükretmişlerdir Yaradan’a. Aylığını nasıl yetireceğini düşünmektedir bütün gün çalışırken her işçi ve memur gibi. Hafif uyuklamıştır baba oturduğu yerde yemekten sonra. Yorgunluk çökmüştür gözlerine, akşamın karanlığı çöktüğü gibi gökyüzüne. Biraz yaramazlıkla biraz sırnaşmayla zıplayıp çıkmıştır uyuklayan babasının kucağına. Oyun ilgi şefkat istemektedir çocuk. Bir kedi gibi kıvrılmıştır babasının kucağına. Yorulan soğuktan çatlayan elleriyle saçlarını okşamıştır. Burnunu sıkıp kulağının arkasını gıdıklamıştır babası. Zaten bu son hareketi beklemektedir çocuk, kıkırdamak ve babasını tepesine çıkmak için. Oyun içinde oyun yapmaktadır babasına. Aslan yavrularının oynamak için erkek aslanı kuyruğuyla oynamaları gibi.

Telefon çalar. Baba yorgun, çatlamış elleriyle uzanır telefonuna. Arayan kardeşidir. Hafta sonuna bir taşınma işi olduğunu, işi aldığını vardiyasını da ona göre ayarlamasını söyler. Biraz neşelenir bu habere babası “bu kış gününde ne taşınması” diye içinden geçirir ama dillendirmez zihninin derinlerinde kalır öylece. Zaten ne önemi var ki önemli olan iş olmasıdır. Konuşulanları duymuştur minik yürekli. İş demenin para kazanmak olduğunu öğrenmiştir artık hayallerinde. Bazen iş de yapardı. Babam acaba alır mı bisikleti diye düşündü bir an, sonra hemen bu düşüncesini sildi kafasından. Baharın gelmesine daha vardı. Ama hisleri onu dürtüyordu, söylesem mi babama diye. Kararsızlık ne kötü bir şeydi. Mantığıyla duyguları çatışıyordu. Bu çatışmanın ne demek olduğunu kavrayamıyordu. Sonuçta duygular bastırıyordu mantığını. Koşup annesine söyledi. Annesi “Babana söyleyelim ne diyecek bakalım” dedi düşünmeden. Babası biraz duraksadı kaşını kaldırdı, dudaklarını büktü, düşünüyormuş gibi yaptı. Bu iş zaten avantadan çıkmıştı ay sonuna da ne kalmıştı şurada biraz borç vardı ve doğalgaz ne kadar gelir diye hesaplamaya çalıştı. Hesap hiç bir zaman tutmuyordu ama yine de döndürmeye çalışıyordu dümeni. Yine aynı bahaneler üretmenin gereği yoktu çocuk kaç zamandır dillendiriyordu. Çocukla annesi gözlerini dikmiş bekliyorlardı önemli bir haber dinlermişcesine. Evet, önemliydi çocuk için. Diğer dünyadaki tüm haberler önemsizdi. Televizyonda kırmızı uyarılarla geçen son dakika alt yazıları; dünyanın neresinde olduğunu bilmediği bir yanardağın patlaması insanların kaçışması, herhangi bir yerdeki savaşın sona ermesi veya son çıkan kanunların haberleri önemsizdi onun için. Babası bir iç çekti “Tamam alırız” dedi uzun bir düşünceden sonra. Zaten kim için çalışıyordu ki. Odayı bir çığlık kapladı “Yaşasıııın!” diye. Sevinçten ne yapacağını bilemedi. Bir an sonrasında hoplayıp zıplamaya başladı bütün çocukların yaptığı gibi. Neşeliydi çünkü bahar onun için daha erken gelmişti. Beklemeyecekti kışın bitmesini. Gülümsedi anne ve babası, odayı çocuksu bir mutluluk kapladı. Bir çocuğun sevinci ne güzeldi. Asıl mutluluk buydu dünyadaki. En masum, en saf, en korumasız canlılardı bu yavrular. Korunmaya, kollanmaya, şefkate, sevgiye, ilgiye ve desteğe muhtaç minik yürekli küçük bedenlerdi. Bir çocuğun gülmesi ne kadar güzelse, ağlaması da bir o kadar kötüydü dünyada. Çaresizdir, kanatlarının altında olacak bir aileye ihtiyacı vardır sonuçta. Sığınacak kanatları olmayanlar da vardı dünyanın dört bir yanında.

Anne mutfağa çay hazırlamaya gitti. Baba da televizyonunun karşısında kanalları geziyordu. Son dakika haberleri geçiyordu kırmızı spotlarla, bir yandan onları okuyor bir yandan kananları izliyor ama beyninin derinliklerinde bilinçaltında devamlı bişeyler meşgul ediyordu düşüncelerini. Televizyonu izliyor ama algılamıyordu bakar kör gibiydi, Anadolu tabiriyle dalmış gitmişti biryerlere…”Hiç bisikleti olmamıştı. Köyde duymuştu ismini ama görmemişti. Şehirde görmüş nasıl üstünde duruyorlar?” diye düşünmüştü. Kimseye sormamıştı. Merakta etmişti ama soramamıştı işte. Köyden gelip şehir hayatına alışana kadarki sürede hep ürkekti biraz. Belki ondan bu çekingenliği.

Anadolu’nun dağ orman köyünde doğmuştu. Ormanlarla kaplı çeşit çeşit ağaçların olduğu koca çınarlar, sedirler, karaçamlar, serviler, meşeler, kızılçamlar ve daha birçok bitkinin yetiştiği ve çoğu yerde gökyüzünden gelen güneş ışığı sızarak ulaşırdı toprağa. Oksijenin bol olduğu ve hava kirliliğinin ne olduğu bilinmediği bir orman köyü. Ünlü gezginimiz, seyyahımız Evliya Çelebi’nin tabiriyle, Anadolu’nun bir ucundan öbür ucuna sincap toprağa değmeden geçermiş, dediği orman örtüsü hala vardır bu ormanda. Ama nadirdir artık bu şekilde orman bulmak. Anadolu’nun göbeğinin çoraklaştığı şu günlerde bu orman hayali bile çok uzak bozkırın topraklarında. Çocukluğu köyde geçmişti. Orman köyü olunca geçimleri ormandan oluyordu. Kestikleri ağaçların kütüklerini satarak para kazanıyordu babası. Birazda evin yakınlarındaki ufacık tarladan yetiştirdikleri sebze,meyve, mısır birazda buğday işte. Bir iki keçi, birkaç tavuk, bir inek, birde atları vardı. Her evin olmazsa olmazı kedi ve köpek aileden gibiydi neredeyse. O yıl Allah ne verdiyse kıt kanaat geçinip gidiyorlardı.

On yedi yaşında gelmişti köyden şehire iş bulmak ümidiyle. Fakirliğin ümitsizliğin belini kırmak için gelmişti bilmediği topraklara teyzesinin oğluyla beraber. İki üç yıl ne iş bulursalar çalıştılar ama köydeki hayatlarından daha rahat değillerdi. Çok çalışıp yine az kazanıyorlardı. Bazen biz niye geldik buralara diye hayıflandıkları da oluyordu. Bir hemşerileri vasıtasıyla haberleri oldu belediyenin işçi alacağından. O güne kadar belediyeyle de işleri olmamıştı yolunu bile bilmezlerdi. Çöpçü olarak işe başladılar. İlk önce ellerinde çalıdan yapılmış bir süpürge ve 18 kiloluk yağ tenekesinden kesilerek yapılmış kürekle sokakları süpürerek geçiyordu günleri. Sonradan kamyona terfi etmişlerdi. Düzenli bir işleri olmuştu artık. Gelirleri de düzenliydi. Arada bir ikramiye, bayram yardımı gibi ek ödeme ve yardım kolileri gibi hediyeler alıyorlardı. En önemlisi sigortalı olmaktı. Geleceğini ve sağlığını güvenceye alıyordu sigorta. En mühimi buydu. Anadolu’da kız verirken “sigortası var mı?” diye sorulurdu “oğlumuz ne iş yapar?” sorusunun ardından. Sonrasında evlenmiş barklanmış ve dünyalar güzeli bir oğlu olmuş, küçücük yuvalarında dünya meşgalesiyle uğraşarak yaşamaya çalışıyordu.

Ama hala kafasını kurcalayan o soru vardı kanepenin kenarında oturmuş yorgun bir vaziyette karısının çay getirmesini beklerken.

“Bu kış gününde ne taşınması?”

İhsan Muhsin

1 Yorum

  1. Bizim hiç üşüyecek bisikletimiz olmadı.

    Bizim gerçek hikayemizde ki gibi bu Hikayenin sonun da sanırım bisiklet alınamamış.okurken öyle bir his uyandırdı bende.
    Bir dönemi güzel anlatan, hislendiren ve okuması keyifli bir deneme olmuş…
    yüreğinize sağlık..

Bir Yorum Yaz

Lütfen Yorumunuzu Giriniz
İsminizi lütfen buraya yazınız