Taşlı sokaklarda, ayakkabılarım taş aralıklarına bata çıka annemin elini sımsıkı tutarak,annemle birlikte ilerliyoruz içimde taşan neşeyle…Henüz büyükşehrin büyük koşuşturmasına karışmadığımız günler. Yavaş, durağan bir zamanın içinde telaşsız yaşıyoruz. Acele etmemizi gerektiren bir durum yok. Karpuz çekirdeği kavrulan sokağın kokusunu çok seviyorum, oradan geçerken yavaşlıyoruz. Büyük dev kazanları seyretmek hoşuma gidiyor. Annem de bu neşeme ortak oluyor.
İnsanlar evlerine erken gidiyorlar o zamanlar. Dostlar birinin evinde toplanıp uzun kış gecelerinin hakkını veriyorlar. Çaylar içiliyor sohbetler ediliyor. Televizyon dizileri, yeni çıkan filmler konuşulmuyor bu evlerde…Babalarından dinledikleri ilginç, komik hikayeler anlatılıyor. Yüzler gülüyor. Belki de çocukluğun verdiği his bana böyle düşündürüyor. Çünkü o günlerde en sevdiğim zaman dilimi anneannemlere gittiğimiz akşamlar. Bir masal dünyasına giriyor gibi hissettiğim büyük tahta kapıdan girer girmez annemin elini bırakıp anneannemin şefkatli kollarına atlıyorum. Derin bir muhabbetle bana sarılışını, gözlerindeki sıcak bakışını gönül odalarımdan birine hapsediyorum.
O günlerden zihnimde kalan en belirgin şey odanın ortasına kurulan tandır ve tandırın üstüne örtülen bir yorgan… Anneannem tüm torunlarını bu tandırın üstündeki yorganın altına ayaklarımız gelecek şekilde toplar, en sevdiğimiz masallarını anlatırdı. Yer Dinleyen Ahmet, Dağ Deviren Ahmet anlatmasını en çok istediğimiz masallardandı. Çocuklar sevdikleri masalları defaâtle dinlemekten sıkılmazlar. Biz ne kadar istersek anneannem de o kadar anlatırdı. Bazı geceler büyüklerimizde bize katılır, anneannem bu yeni dinleyicilerin sevecekleri türden eski zaman hikayeleri anlatmaya koyulurdu. Bu hikâyelerden birini bugün bile hatırlıyorum:
Anneannemin dedesi Mehmet Bey ekmeğini saat tamirinden kazanan biriymiş. Çarşının içindeki küçük dükkanını sabah erkenden açar, akşam ezanı okunana kadar bozulmuş saatleri tamir eder, erkenden evinin yolunu tutarmış. Sessiz, vakur, gizemli biriymiş. Saatlerle uğraşmak insanı derin düşüncelere sürüklüyordur belki de… Saliseler, saniyeler, dakikalar, günler, aylar, yıllar ve nihayet bir ömür…Proust ‘’ Bir saat sadece bir saat değildir, kokularla, seslerle, projelerle ve iklimlerle dolu bir kaptır. Gerçeklik dediğimiz şey, bizi aynı anda sarmalayan bu izlenimlerle hatıralar arasındaki bağlantıdır’’ diyor. Mehmet Bey belki tamir ettiği her saatte yaşanmışlığın izlerini sürüyordur.
Mehmet Bey’ in dükkânına getirilen saatleri tamir etmek dışında şehrin en güzel mimarisine sahip Ulu Camii’nin duvar saatini de ayda bir kontrol etmek gibi bir vazifesi varmış. Her ay elinde bir çantayla gelir, çantanın içindeki malzemeleri özenle çıkarır, saatin temizlik ve bakımını büyük bir titizlikle yaparmış. Fakat bir gün camiinin imamı, Mehmet Bey’e bugünden sonra gelmemesini bir başkasının bu işi devralacağını söylemiş. O an Mehmet Bey donmuş. Sanki zaman durmuş. Uzun süre hareketsiz kaldıktan sonra camiinin saatine dönerek keskin bir bakış fırlatmış ve hızlı hızlı oradan uzaklaşmış. O gittikten sonra saatin kaç olduğunu öğrenmek amacıyla saate bakan camii imamı saatin durmuş olduğunu fark etmiş. Birçok kişiye tamir ettirmek maksadıyla göstermişler ama nafile. Saat bir türlü çalışmamış. İmam Mehmet Bey’le olanları hatırlayıp rica minnet gelip bakmasını istemiş. Mehmet Bey gelip saate dokununca tekrar çalışmaya başlamış. O günden sonra Mehmet Bey ölene kadar saatin bakımını yapmaya devam etmiş.
Anneannemin bu hikayeleri ne kadar gerçektir bilinmez ama dinlediğimiz zaman yaptığı etki gerçekti. Bir saatin tiktaklarında insanla eşya arasında bir anlam dünyası kurulması evrenimizde genişlemelere yol açmış olabilir.