Epey zaman oldu İzmir’e geleli. Alışamadım hala.. Kültürüne, insanına, iklimine, toprağına, ağacına hatta börtü böcek sesinin yüksek frekanstaki tiz sesine bile alışamadım. Geçenlerde doğma büyüme İzmir’li bir komşumla bu muhabbetlere girdiğimde bana enine boyuna Tire’nin güzelliklerini anlattı, durdu. -Bir pazar kurulur Tire’ ye, aklın hayalin almaz gülüm, dedi. Bir başlarsın Tire meydanından, taa Toptepenin eteklerindeki kenar mahallelere kadar gidipdurun, ama o pazar bitmez. Hadi bakalım kelime dağarcığım genişleyip duruyor. Ege’den literatürüme girecek olan bir sürü yeni kelime. Gidipdurun ve türevleri. Edipdurun, gezipdurun, susupdurun, koşupdurun, bakıpdurun, vs. Hangi eylemi yaparsanız yapın, durarak yapın. Hele bir “enki” kelimesi var ki yedinci kişi zamiri mübarek. Enkiyi ver. Enkiye gitme. Enkiden al. Raziye abla kullandığı şivedeki enteresan kelimeleri o kadar kanıksamış ki bir çırpıda çıkıpduru kelimeler ağzından. Al bakalım kaptım mı şiveyi. Kelimelerin pek çoğu farklı bir kıyafete bürünerek ve halay çeken insanlar gibi o kadar renkli ve hızlı ağzından çıkıyorlar ki anlamanın imkanı yok. Ben ilk baştan konuştuklarının telaffuzunu da ayrıca yaptırdım. Hele dağ köyleri dedikleri köylülerin şivelerini anlamak hiç mümkün olmadı. Ancak belli bir zaman sonra, konuşma hızları fiziksel hızlarının oldukça üstünde seyreden bu yöre insanının konuştuklarını anlamaya başladım. Şöyle iri yarı, kerli ferli, pos bıyıklı, koltuklarının altına iri yarı Tire karpuzlarından sığacak kadar aça aça yürüyen, gördüğünüzde eski İzmir efelerinden diyeceğiniz iri cüsseli bir adam Tire şivesiyle konuşmaya bir başladı mı, olanca heybeti olduğu gibi yere yığılıveriyor sanki. Karşınızda birden bütün sevecenliğini takınmış, yaramaz komik bir çocuk beliriveriyor. Ben bunları düşünürken Raziye abla büyük bir iştahla ve diline hiç üşenmeden aklına her geleni anlatmaya devam ediyor. – Hele de ibn-i Melek türbesini mutlaka görmelisin. Tire’yi gezmeden önce ona selam vermeli, halini hatırını sorup, mübarek ruhuna bir Fatiha, üç ihlas göndermeden Tire’yi gezmeye başlamamalısın dedi. Neticede şehrin sahiplerinden, zat-ı alilerindendir kendisi. Ondan izin almadan şehri gezmek yakışık almaz. Raziye abla, Tire pazarından bir girdi anlatmaya, İbn-i melek Türbesin’ den, Yavukluoğlu Camii’nden, Necip paşa Kütüphanesi’nden, Ali baba Tekkesi’nden, keçe yapma dükkanlarından, Dere bahçe Kahvesinden, asırlık kestane ceviz ve çınar ağaçlarının arasında bulunan bir dağ köyü olan Kaplan’dan çıktı. O güzelim Ege şivesiyle öyle de tatlı anlattı ki, akşama kadar anlatsa dinleyebilirdim. Ama bu hızla ne mümkün akşama kadar anlatmak. Bir çırpıda başlayıp bitiyor bütün cümleler. Tire köftesinden, tak tak kebabından, kabak çiçeği dolmasından, ot kavurmalarından, kar şerbetinden, dağlarından yağ ovalarından bal aktığından, daha aklıma gelmeyen bilmem ne çeşit kültürel değerlerinden de bahsetmeyi ihmal etmedi tabii. En son fasılda Tire’nin lakabının Yeşil Tire olduğunu söyleyip, sen ne diye özlüyorsun ki Karadeniz’i, bak burası da yemyeşil deyip son noktayı da koydu. – Ah Raziye abla Karadeniz’in öyle biri yeşil var ki, o yeşile alışan gözler, yeşilin başka tonuna alışamaz mümkün değil. Zeytin ağaçlarının canından bezmiş gibi duran solmuş, pörsümüş bu yeşili yeşil mi sayılır hem, dedim. Sevgili komşum daha sonrasında beni bu Tire takıntısından kurtarmak ve önyargılarımdan iyice arındırmak için çok uğraştı. Bir keresinde tuttu beni dağlarında ot toplamaya bile götürdü. En az onun kadar ustaca ot topladığımı ve her birini diğerinden rahatlıkla ayırt edebildiğimi görünce benimle ayrıca bir gurur duydu. Nerden bilsin kadın benim köylerde büyüdüğümü. Envai çeşit otla, kuşla, börtü böcekle tanışık olduğumu. Isırgan, ebegümeci, iğnelik papatya otu, turp otu ve benzeri belki kırk çeşit ot toplayıp döndük. – Mübarek, o kadar çok çeşidi yiyorsunuz ki, ineklere bir şey bırakmadık geçtiğimiz yerlerde, deyip dalga geçtim. -Sonra bu otların uzun uzun seçilmesi var, yıkanması var, doğranması var. Böreği sarması var. Ölme eşeğim ölme de otlu börek ye. Allah aşkına ot çöp yıkayarak mı geçsin ömrümüz. Sıkılmıyor musun sen bunlardan dedim. -Yoo niye sıkılayım, bunların her biri bir derde deva dedi. Hem benim ne işim var akşama kadar yatıpdurum. -Siz ot yemez misiniz diye sordu. -Yanlış kişiye sorulmuş bir soru bu, yemez olur muyuz hiç. Sakarca, galdirik, melocan, nivik bilmem bir dünya ot. Ama ben uğraşmaktan değil, yemesinden hoşlanırım dedim. -Sizin de bizden kalır yanınız yokmuş dedi gülerek. Bak bir sürü ortak yönü de varmış memleketlerimizin. Evimizin tam karşısında bir öğrenci yurdunun bahçesinden gelen yoğun kumru sesleriyle konuşmamız zaman zaman bölünüyordu. Guuuuguk guk…Guuuuguk guk… Çok derinlerden gelen biraz ürpertici, biraz lahuti boğuk bir ses…Sanki bir kuştan değil de, başka alemlere ait bir varlıktan geliyormuş gibi. Koca çam ağaçlarını da mesken tutmuşlar, bu ağaçların tüylerinin de niye diken diken olduğuna şaşmamalı. Tire sandvici satan kulübelerden birine uğrayıp bir sandviç aldın mı, o çam ağaçlarının gölgesindeki banklardan birine de sırtını dayadın mı, dinle artık kumruların uzayıp giden konserlerini. Ne diyorlardı acaba? Dedikleri gibi Allah’ımı zikrediyorlardı. Eşlerine düşkündür bu kumrular. Belki de eşlerine sevgilerini haykırıyorlar. Bir nevi serenad. -Biliyor musun ben ilk defa kumru sesini burada duydum dedim. -Yaa dedi. Olduğunca şaşırarak. Olağan dışı bir şeyden bahsediyormuşum gibi. Gerçekten mi? Ne güzel ötüyorlar değil mi? -Aslında ilk başlarda bu yer gibi, bu sesi de yadırgamıştım dedim. Ama galiba kumruların sesine de alıştım artık. Alışmaktan öte o seslerle bir bağ kurdum. Hatta muhtemelen bir gün doğma büyüme İzmirli’ler gibi, kumru seslerini özlemle anacağım. O sesler de bana eşlik edecek artık, bir parçam olarak yaşayacaklar. Uzayıp giden kumru seslerini dinledik bir müddet. İçimize dönüp oturduk. Kumruların ötüşünde beni kederlendiren bir ton vardır her zaman. Memleketimde duymaya alışkın olmadığım bu ses bana gurbetliğimi anımsatıyor. Dedim ya ötelere ait bir ses gibi. Bu dünyaya ait olmadığımı da anlatıyor sanki iki türlü gurbetlik hissiyatı. Benim kederlendiğimi hissedince Raziye abla elini teselli babında omzuma koydu. -Aslında Tire’yi sevmiyor değilim dedim. İçinde senin gibi bir dost olduktan sonra hem niye sevmeyeyim. Güzel memleketiniz ona bir lafım yok elbet. Alışırım nasıl olsa. Hem insan nelere alışmaz ki dünyada değil mi? -Haklısın dedi. Ama her şeyi arkanda bırakabildin mi, alışabilirsin yeni bir hayata. -Ben hiçbir zaman, hiçbir şeyi, hiç kimseyi ardımda bırakamadım ki bu zamana kadar, dedim. -Ardında bırakmadan yol alınır mı ki, dedi. -Bilmem, dedim. Bunca zaman hep yerimde mi saymışım. -Bir gün seni de ardımda bırakmayacağım. Gülümsedi. -Bak yine gözlerin doldu, dedi. Sulu göz seni. Karadeniz’in havası gibi gözlerin her daim nemli. -Biliyorum dedim. Hiç de sevmem bunu, biliyor musun? Hep neşeli olmak istemişimdir. Neşeli insanları herkes sever değil mi? Kim ne yapsın beyaz buğdaydan kara un devşireni. -Ege’nin insanı neşeli derler, dedi. -Evet farkındayım dedim. Karadeniz’de acayip yağmur yağar bilirsin. Güneşte böylece zebellah gibi dikilmez tepene. Bu iklim beni her ne kadar mutlu etmese de, doğma büyüme burada olanlar bu iklime de alışmış. Üstümdeki bu kıyafetlerle, şu tepemde duran Güneş sanki beraber bana işkence etmek için özellikle var edilmişler. Böyle cehennem sıcağı hiç görmedim ben. Yemin olsun görmedim bak, mübalağa etmiyorum. Mutfağa gidip yemek yapamıyorum sıcaktan. Klimalı odada akşama deyin yatıp uzanmak var ama iş güç olmasa. Ben de Ege insanını çok ağır taban bulurdum, koala gibi hareket ediyorlar maaşallah diye kafa bulurdum ya haklılık payları varmış. -Sizinkiler de pek hareketli hamsi gibi kıpraşıpdurur dedi. Haklılık payı yok değil doğrusu. Ailemdeki insanlar geçti hafızamdan hamsi hızıyla. Gülümsedim. -İklim de insan fıtratına tesir ediyormuş zahir dedim. -Bak çok iyi laf ettin dedi. – Karadeniz de bazen günde dört mevsim yaşarsın. Sabah bir bakarsın yağmur yağmış, sonra güneş açmış, sonra bir ebemkuşağı sarmış gökyüzünü, akşama sis bulut yeniden. İnanır mısın bazen aynı günde kar bile yağabilir. -Yok artık desene havası amma da yanar dönermiş dedi. -İnsanına da öyle diyorlar, güya Karadeniz’in insanına da havasına da güven olmazmış. Söyle Raziye abla, işte karşında bir Karadenizli. Ne eksiğini ne kusurunu gördün Allah aşkına dedim. O meşhur kahkahasından bir kahkaha atıverdi -Karadenizlilere de laf kondurmuyorsun maaşallah dedi. Sohbet öyle uzayıp gitti. Bilmem başka nelerden dem vurduk. Tepemde ki güneş kadar içimi yakan bir hasretlik. Ben Ege’de, içimde bir ben Karadeniz’de o günde öyle uçup gitti kumru sesleriyle… |