Salim

Öylece oturdu köşeye. Elinde ne var diye baktı. Her seferinde ilk avuç içine bakmak da nereden kalmış bir alışkanlık acaba diye düşündü, ama çok durmadı üzerinde. Dizlerine baktı sonra. Oradaki kemiklerin filmini çekmek ister gibi daireler çizerek dokundu. Ta ki elleri ısınana kadar. Ayaklarına takıldı bu sefer gözleri. Ama uzaktılar, ve hiç mecali yoktu.

Kalktı. Dolaşacak pek bir yer yoktu. Kenarda kalmış gölgelere bakındı bir süre. Onların ne yaptıklarını hayal etmeye çabaladı. Belki biri farklıdır da o tarafa doğru yollanırdı. Değillerdi ama. Her biri birbirinin aynı olan karaltılar. Boynunda bir kaşıntı başladı. Elini gezdirince, bir saç teli parmağına dolandı. Kalınca bir saç teli, onun değildi. Üzerindeki hırkaya baktı hızlıca. Aniden yabancıladı bu mavi hırkayı. Kim bilir kimindi de atıvermişti üstüne. Ama saçlarını tanıdı artık sahibinin. Senaryolar yazmak iyi gelecekti ona, devam etti hiç bozmadan.

Zevkli bir kadındı, belliydi. Çok süslü sayılmaz, ama belli bir standardı da var hani. Rengini indigo seçecek kadar zevkli, hırkanın tüylenmesini göz ardı edecek kadar da umursamaz. Eski olmadığı halde bu kadar tüy ancak çok sık giyilmekten olur. Kesin çok sevdiği birinden hediye gelmiştir diye düşündü. Hatta çok sevip kaybettiği birinden. İnsan kaybettiğini geri alabilmek için yapar anca böyle bir şeyi çünkü. Hani bu sıcak havada bu hırkayı giymeye devam ettiğine göre…

Kendisinin de havaya rağmen çıkarmadığını, ona sıkı sıkı sarındığını fark etmedi. Aklı yazdığı hikayedeydi. Cebi var mıydı? Yokladı biraz, sağ tarafında küçük bir tane buldu. Bu nasıl bir şeydi böyle? Ne sığardı ki buraya? Tabi ki peçeteler! Eline katlanmış buruşmuş birkaç tanesi geldi. Hafif bir bulantı oldu içinde. Yine de açtı onları ne görmeyi beklediğini bilmeyerek. Büyükçe olanın üstünde tükenmez kalem karalaması gibi bir leke vardı. Şu mevsimde hırka giyen kadın, tabi ki bu çağda pekala da mektup yazabilirdi. Ötede beride bulduğu alelade bir kalemi kullanırsan olacağı bu diye kızdı ona. Geç katıldığın dersin notlarına yetişmeye çalışır gibi özensizlik hissi var bu lekede. Mektuptu bu, öyle iki karalayalım, rengi dokusu bize ne gerek denir mi hiç? O, sana bu güzelim hırkayı seçerken böyle mi etmiş?

Sorduğu sorular karşısında başı önünde susmuş bir kadın, onu daha da öfkelendiriyordu. Bir kaldırsa başını, bir görse şu gözlerindeki yorgunluğu! “Kaldır artık şu başını!” diye bağırdığında yanında uyuklayan adamın hafifçe kımıldadığını fark etti. Karşısındaki kadınsa hala tepkisizdi. “Sana kaldır başını dedim!” diye tekrar bağırdığında, adamın uykusu da etraftaki sessizlik gibi bin parçaya bölündü.

Kaçıncı rüyası olduğunu kestiremediği adamın kalp krizi geçirmediğine emin olduktan sonra bakışlarını kadına doğru döndürdü. Dondu kaldı öylece. Vücudundaki tüm kan kulaklarında sıkıştı hep, oraya sığamayıp taşanlarsa ense köküne doğru baskı yaptı. O an, yere bastığını hissetmek istedi. Hafifçe sürttü ayakkabısını. Fayansların kirli yüzeyi hareket zorlaştırıyordu hala. Demek ki orada, anda ve mekandaydı. Peki karşısındaki bu bir çift göz hangi zamana aitti?

Öfkeden, onca lafa alınmaktan yere çakılmış gözler bunlar değildi; olmamalıydı. Nasıl da bakıyorlar öyle! Sakin, sessiz ve temiz. Bir timsah, ceylanla boğuşurken sudaki yansımasıyla karşılaştı sanki. Ya da tüm tabakları fırlatırken duvara, kırılan bir cam parçasındaki yansıma…

Kendine gelmesi zaman almadı. Kendinde olana sahip çıkması zordu. Kaç vakit olmuştu ona kimse böyle salim bakmayalı. Nerden başlayacaktı konuşmaya? Az önceki öfkesi ne içindi sahi? Bir mektup demişti… Hatırlayamayınca zorlamadı kendini. Zaten aklı da yerinde miydi, belli değil. Konuşamıyor, susamıyor, hareket edemiyordu.

Kaçmak istedi. En mantıklısı pencere kenarı, geçti oturdu. Sinesi rüzgara alabildiğine açık, korkuluklar alabildiğine fazlaydı. Vermeyi unuttuğu nefesi özgür bıraktı, birinin duymasından tedirgin olur gibi. Arada gözlerini yana kaydırıp bakmaya çalıştı. Ama o kadar kısa sürede tekrar önüne dönüyordu ki, yaptığı hareket belki sadece göz kaslarını çalıştırmaya yarıyordu. Ne görmeye ne körlüğe…

Karşısında kendisiyle aynı giyinmiş, aynı fiziğe sahip bir kadın vardı az önce; hemen şuracıkta. Ben değildim o diye kendini ikna etmeye çalıştı bir süre. İçinden içinden sayıkladı. Cümleleri birbirinin celladı oldu hep. Anlayamadı ne konuştuğunu. Öylece eğdi başını yere doğru. Fayanslar da maviydi, indigo olandan…