Yazmak


Maslow’un meşhur ihtiyaçlar hiyerarşisinde ilk üç basamak olan fizyolojik, güvenlik ve sevgi/ait olma aşamalarının sonrası, bu yazma işine daha çok bakıyor gibi gözüküyor ilk bakışta; özellikle de son safha: Kendini gerçekleştirme. Artık içe sığmaz olan birikimini, deneyimini dışa taşırma, var oluşunun anlamını ortaya koyma!
Ama bakıyorum kendime, özellikle ruhsal çöküş yaşadığım dönemlerde yazmaya daha bir teşne oluyorum! Şen ve mesut zamanlarımda ise hiç oralı bile olmuyorum! Kendimi zorlayıp bir şeyler yazayım diye klavyemi önüme aldığımda da ne yazacağım hakkında hiçbir fikrim olmuyor!
O zaman mesele, yalnızca kişinin potansiyelini dışa yansıtması üzerine kurulu olan Maslow’un beşinci ihtiyaç basamağı ile sınırlı olmamalı. Hatta ikinci ve üçüncü basamaklardaki gereksinimlerin yoksunluğu yazmaya olan arzu için kamçılayıcı olabiliyor!
Bu bağlamda, sözcüğün anlam kökenlerine baktığımızda açılıp yayılmak gibi bir kullanımına da rastlıyoruz:
Ve ger sad-berg yazsa bir kızıl gül
Hezar olurdu feryad ile bülbül
İşte bu anlamı, ruhsal sıkışmışlığın dışa yansıtılması, insanın içinin açılıp yayılması biçiminde, yazmak fiiline taşıyor olmalı beni!
Kimseyle oturup konuşamadığın, derdini dökemediğin, yakın çevrenin seni anlamaktan yıldızlar kadar uzak olduğu anlarda, söylemek istediklerini, içindekileri kâğıda yayıyorsun.
Bu anlamda, hem fiil kökü hem de mevsim olarak yaz ifadesinin yaymak ile ilişkili olduğu belirtiliyor. Ki yaz mevsimi de hayvanların yaylaklara yayılmaya çıkarıldığı dönemi ifade ediyor esasında. Yani ahırın ve ağılın darlığından, sıkışmışlığından, bunaltıcılığından kurtuluş vakti.
Ama öte yandan, Vedat Köken’in çevirdiği James Russell Hamilton’un “Dunhuang Mağarasında Bulunmuş Buddhacılığa İlişkin Uygurca El Yazması” alt başlığını taşıyan “İyi ve Kötü Prens Öyküsü” adlı, onuncu yüzyıla tarihlenen yazmalara dayanan kitapta, fiilimizin “boş gezmek, yoldan çıkmak, azmak” gibi kullanımları olduğu, Tuncer Gülensoy’a referansla Büşra Arslan’ın yüksek lisans tezinde anlatılmaktadır.
Öyleyse açılıp yayılırken, kendi sergüzeştinle kendince hemhâl olurken, olur olmaz mecralara kayma riskini de içeriyor demek ki yazmak eylemi. Belki de bu riskinden ötürü bizim atalar kültürü, diğer pek çok çağdaşlarıyla kıyaslanınca anlaşıldığı üzere, yazmaya çok düşkün olmamış! Hakkı nakşedeyim derken, bi bakarsın, birbiri ardına dizilen kelimeler, cümleler, paragraflar, sayfalar seni nerelere taşımış da yoldan çıkıvermişsin!
Ne öğütlemişler eskiler İmam Şafii’ye atıfla: “Öyle bir şeyle meşgul ol ki, yanıldığında ‘hata etti’ desinler; ‘kâfir oldu’ demesinler.” Sözdeki yanılgı uçar gider ve geri dönüşü kolaydır; oysa yazdığın var kalıp okunduğu sürece yoldan çıkışın devam etmektedir; sen o sözünden dönmüş olsan bile! Kalıcı yanılmamak adına yazmamak!..
Zaten en eski kullanımlarında da yazmak, yanılmak demekmiş, hata etmek anlamına geliyormuş: “…ol sözinde yazdı (kelâmında hata etti).” Divan-ı Lûgati’t-Türk’te bizim kullandığımız yazmak sözcüğünün karşılığı ise “bitimek”. Evet belki de en iyisi bitirmek.

Exit mobile version