İlk Günah


Rasyonelliğe boğulmuş bir dünya için yalnızca sorumluluk, kabahat gibi anlamlarla karşılanabilecek olan günah sözcüğü, aslında, yeryüzünün en kalabalık kitlesel inancı olduğu söylenen bir dinin en temel doktriner unsurlarından biri olarak, hatta tüm tek tanrılı dinlerin en önemli argümanlarından biri olarak insan yaşamının tümünün biçimlenmesinde önemle üzerinde durulası bir kavramdır.
Malum, Hristiyanlığın meşhur “aslî günah” (Peccatum Originis)  kavramı, temelini İncil’den değil, Tevrat’taki Yaratılış (Genesis) kitabının üçüncü bölümünde anlatılan “yabanıl hayvanların en kurnazı” yılanın, Tanrı’nın Âdem’e yemeyi yasak kıldığı “iyiyle kötüyü bilme ağacının” meyvesinden yemesi için, “iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olmak” vaadiyle Havva’yı ikna etmesi, Havva’nın da “ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici” olduğunu görmesi sonucu meyveyi yemesi ve Adem’e de yedirmesi öyküsüne dayanır.
O güne dek çırçıplak dolaşan ve utanma nedir bilmeyen Âdem ve Havva, meyveyi yedikten sonra çıplaklıklarının ayırdına varır ve utanırlar.
Yaptıklarının karşılığı olarak; yılana “bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi” olarak “karnın üzerinde sürünecek, yaşamın boyunca toprak yiyeceksin” denir, kadının payına çocuk doğururken çok acı çekme, ağrılarla doğum yapma, kocaya istek duyma ve kocası tarafından yönetilme düşer. Âdem’in hissesine kalan ise, yaptığının karşılığında toprağın lanetlenmiş olması nedeniyle ancak diken, çalı ve yaban otları bitirecek olmasından dolayı, “yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacak”, “ekmeğini alın teri dökerek kazanacak” olmasıdır ve Havva’yla birlikte yaşamakta oldukları Aden bahçesinden çıkarılırlar. Bir de bu ikisinin ve soylarının birbirlerine düşman olmaları, birbirlerini yemeleri de işin cabası: “Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.
Âdem’in Tevrat’taki hissesindeki konumuzla ilgili önemli husus, toprağın lânetlenmiş olması, Âdem’in de topraktan yaratılmış olduğunun vurgulanması, ona tam da bu noktada “topraksın” denmiş olmasıdır. Bu vurgu çok uzun yıllar sonra, önce Pavlus sonra da Aziz Augustin tarafından doktrinize edilerek tüm insanlığın, atalarının bu ilk günahı ile kirlendiği ve dolayısıyla günahkâr kullar olarak dünyaya geldikleri, onları bu günahtan arındırmak için ete kemiğe bürünerek dünyaya inen ve kefaret olarak çarmıhta can veren Tanrı’nın Oğlu’nun izinde vaftiz olarak bu kirlenmişlikten arınma yoluna girdikleri biçimindeki günümüzün yaygın Hıristiyan inanışının şekillenmesine yol vermiştir.
Kur’an’da, adı 25 kere (bunların bir kısmı doğrudan Âdem’in kendisiyle ilgili değil, ondan türemiş nesillere seslenme kapsamındadır; bu arada adı anılmadan Âdem’in anlatıldığı başkaca ayetler de mevcut elbette) geçen Âdem’in, Tevrat’taki hikâyesinde işlediğine karşılık düşen yaptırımlardan, cennetten çıkarılma ve birbirlerine düşman olma dışındakilerden söz edilmez ve benim görebildiğim kadarıyla Âdem’in tüm serencamında lânetlenen tek varlık Şeytan’dır! Dolayısıyla Âdem soyuna yüklenmiş bir kirlilik söz konusu değildir; yalnızca dolaylı olarak analarının ve babalarının yaşadığı sürçmenin neticesinde maruz kaldıkları uygulamanın doğal sonuçlarına katlanmak durumunda kalmışlardır: Dünyaya gelmek ve burada geçici bir yaşam sürmek!
Bir bütün olarak Kur’an’ın anlatısı dikkate alındığında bu sürecin bir biçimde Yaradan tarafından kurgulandığını söylesem ileri gitmiş olmam umarım. Kur’an’ın anlatısı içinde, insanlık, o sırada var olan tüm kullardan ayrı bir konumda yaratılmış ve fakat kendisinin neliği, bulunduğu ortam içinde pek zahir olamamıştır. Nitekim insanın yaratılışı biraz şaşkınlıkla, tereddütle, hatta bir büyük itirazla karşılanmıştır! Mutlak kulluk dışında hiçbir seçeneğin asla bahis mevzuu olmadığı sadık kulların berisinde, maddesel statik bir forma sahip, ama bu kısıtlılığına rağmen Tanrı’yı kendi edimi ile bulup ona ulaşma, kullukta müstesna tüm diğer kulların önüne geçebilme potansiyelinin açığa çıkabilmesi, bunun hem kendisi hem de diğer tüm bilinç sahibi kullar için açıkça bilinir kılınması için bu dünyayı mesken tutması gerekti herhalde.
Ama aynı zamanda Tanrı’ya karşı gelebilmeyi, hatta onu yok sayabilmeyi -ki bunu Şeytan bile yapmamaktadır- de içeren, şaşırtıcı bir otonomi ile de donatılmıştır. Tercihleri onun kulluk sıralamasındaki konumunun temel belirleyicisi olacaktır.
İnsanın maddi formu, kutsal kitaplarda anlatılan var oluş gerçeğini anlamasında çok ciddi bir engel oluşturduğu gibi, mayasına katılmış pek çok nitelik de, ondan beklenenlerin açıklandığı kutsal metinlere uyum göstermesinde önemli güçlüklere yol açmaktadır. Hatta o ölçüde güçlükler söz konusudur ki kendi eliyle tutup, gözüyle görebildiği hiçbir ölçeğe, o metinlerin anlattıkları pek çok şeyi oturtamamaktadır. Bu ise tümüyle ayrı bir değinme konusu!
İslâm doktrini, peygamberlere ismet atfeder, yani günahsızlıklarını kabul eder. Kur’an’da on üç ayette geçen ismet kavramı, hiçbir biçimde peygamberlere yönelik bir nitelik olarak zikredilmemiştir. Hatta peygamberlerin diğer insanlardan ayrıcalıklı niteliklerle donatıldıkları da ifade edilmez, yalnızca onların yapıp ettikleri, huyları, karakterleri ile ilgili, bizlerin tıpkı çevremizdekileri betimlerken kullandığımızda olduğu gibi yani, övücü sözlere yer verilir. Dahası onların da sorguya çekileceklerinden bahsedilir! Ama, yine kimi ayetlerin yorumlarına istinaden peygamberler için ismet sıfatı genel kabul görmüş bir kaidedir. Dolayısıyla bence Âdem’in, Kur’ân’ın özgün kelimesi ile söylersek, asiliği (“عصى”, elbette bu sözcüğü günümüz anlamı ile birebir örtüştürmek, peygamberlik müessesesine yönelik genel tutumumuzla pek uyuşmaz), Yaradan’ın olağanüstü, harikulade dünya kurgusunu deneyimlememize açılan bir anahtardan başka bir şey değildir esasında. Faillerini ve bizleri kirleten büsbütün çirkin bir davranış değil, hayret makamını keşfe olanak tanıyan bir anahtar…