Doğrular acıtır bazen insanın içini. Doğrudur çünkü. Gerçektir, hayallerimizdeki, algılarımızdaki veya olmasını istediğimiz gibi değildir. Oradadır bütün gerçekliğiyle görmesek de duymasak da hissetmesek de görmek istemesek de duymak istemesek de kaçsak da yokmuş gibi yapsak da gerçek oradadır.
Güneşin hep orada asılı olduğu, ayın dünyanın etrafında döndüğü. Dünyanın galakside toz tanesi kadar olduğu veya hücrelerimizin içindeki DNA’nın, atomun ve elektronların orada olduğu bir gerçektir. Görsek de göremesek de oradadır.
Duyduğumuzda canımızı yakar gerçekler. “O öyle değil” deriz belki ama gerçekte o öyle değildir. Kendimizi inandırmaya çalışırız kendi inanmak istediğimiz gerçek dışı olgulara, algılara. Egomuz, nefsimiz, özümüz ne derseniz deyin, can yakan o gerçeği kabul etmek istemez bir müddet. Savaşır, savunur, boğuşur, bazen çatışır kendi vicdanıyla, karşısında ki gerçeği yansıtan insanla veya varlıkla. Hatta kırar karşısındakini farkında olmadan. Kalp-beyin, mantık-duygu arasında kalmıştır. Çıkış yolu aramaktadır. En kestirme yol olarak saldırıyı tercih eder. Yanlışta olsa savunmaya başlar kör bir bağnazlıkla.
Kendi kendine kaldığında vicdanıyla hesaplaşmaya başladığında gerçeği kabul etmek zorunda kalır. Çünkü özümüzün içinde saklı olan en hassas terazidir vicdan. Bu sefer yaptığının hata olduğunu, yanlış yaptığını, yanlış düşündüğünü çevresine bildirmez. Geçeğin orada kaya gibi durduğunu kabul eder içselleştirir veya içselleştirmese de kabul etmiş olur. Belki çok üzülür yıkılır ama zamanla kabul etmiş olur. Çok az kişi itiraf eder çatıştığı insanlara vicdanının doğruyu bulduğunu ve özrünü kabul etmesini. Çoğunluk yine bilmez vicdanın eninde sonunda galip geldiğini. Toplum ilk baştaki durumun devam ettiğini bilir ve ona göre de muamele etmeye, davranmaya devam eder. Kişi tarafından düzeltilmediği sürece sürüp gider hatalar silsilesi olarak…