Aşk Umudu

                                                                              

              Aşk, yazın dünyasında yüzyıllardan beri en çok işlenen konu olmuş. Hatta ilk aşk konulu şiir 4000 yıl önce Sümerler tarafından bir kadın tarafından yazılmış. Yani şiir yazdıran, duyguları harekete geçiren bu çok özel, belki de hiçbir zaman tam olarak anlaşılamamış duygu olmuş. Efsaneler, masallar birbirine kavuşamayan aşk hikayeleri ile dolmuş. Günümüzde romanlar, filmler bayrağı devralmış. Asırlar geçmiş, kültürler değişmiş, insanlar başkalaşmış ama aşka olan ilgi hiç azalmamış.

            ‘’İnsan doğasına yabancı ve bu doğayla çelişen bir şeyin yani aslı astarı olmayan bir kuruntunun her dönemde dahi yazarlarca, bıkıp usanmadan canlandırılıp anlatılmış olması ve insanlıkça, hiç değişmeyen bir katılım ve ilgiyle karşılaması imkansızdır. Çünkü hakikat olmadan güzel sanat olmaz.’’ der ‘’Aşkın Metafiziği’’ adlı kitabında Schopenhauer. Aşkın, insanın bir hakikati olduğunu ifade eder. Fakat bugüne kadar bir tarifi de yapılamamıştır. Her insan kendine göre yaşar. Çevremde birbirini çok seven evli çiftler gördüm. Hatta öldükten sonra rüyasına girmediği için ölmüş kocasına sitem edenle bile karşılaştım. Okuduğum kitaplarda da aşkın farklı yorumlanışlarına şahit oldum.

         ‘Yurdunu Kaybeden Adam’ kitabında Kırımlı Sadık’la Polonyalı Marya’nın hiçbir engeli tanımayışlarını görüyoruz. Alman işgali altındaki Polonya’da Alman üniformalı Sadık’a aşık olan Marya’nın tüm değerlerini ve kendi hayatını aşkı uğruna hiçe sayışına şahit oluyoruz. Bu nasıl bir duygudur ki insana akıl almaz işler yaptırıyor? Sözü burada yine Schopenhauer’e bırakıyorum. ‘Sadece canlı, coşkun ama gene de dizginlenebilir bir eğilim olarak ortaya çıkan bir duygunun, belirli şartlar altında büyüyüp şiddet yönünden bütün ötekileri aşan bir tutkuya dönüşebildiğini ve ardından, kollaması gereken her şeyi bir yana bıraktığını, bütün engelleri inanılmaz bir güç ve inatla aştığını doğrulamaktadır; öyle ki onun tatmin edilmesi için hiç tereddüt etmeden hayat tehlikeye atılır ve hatta bu tatmin ondan esirgenirse, ölüm göze alınır.’

        Canlarını feda etme, sevdiklerini terk etme, sevdiği diyarlardan uzaklaşma gibi bir çok fedakarlıklara şahit olduk bu duygunun tatmini için…Leylası için çöllere düşen Mecnunlar, Şirin’ ine kavuşmak için dağları delen Ferhatlar okuduk.’’ Ya benimsin ya kara toprağın’’ diyen bencil aşıklara da tanık olduk. Fakat kaç edebiyat yapıtı aşık olduğu insanı durağanlık yüzünden elde edemeyen bir kahramanın hikayesini anlatır ki? Bahsettiğim kitap Rus Edebiyatının en meşhur romanlarından sayılan Gonçarov’un ‘’Oblomov’’ isimli eseri. Oblomov o kadar tembeldir ki sevdiği kadının bu durağan hayatına dayanamayacağını düşünerek ona bir ayrılık mektubu yazar. Mektubunda ‘’Siz yanlış bir yoldasınız; karşınızdaki erkek, rüyalarınızda gördüğünüz adam değildir. Göreceksiniz, bir gün o adam karşınıza çıkacak; o zaman kendinize geleceksiniz; yaptığınız hatadan utanacak, bana kızacaksınız; ben de bunun azabını duyacağım. Benim size anlatmak istediğim, duyduğunuz şeyin gerçek aşk değil, sadece bir aşk umudu olmasıdır.’’ diyerek sevdiği kadına kendisinden uzaklaşmasını söyler. Bu daha önce okuduğumuz hiçbir aşk hikayesine benzememektedir. Aşkın fedakarlık yapmak demek olduğu düşüncesine tamamen ters düşmektedir. Ama bir konuda Oblomov’a katılıyorum. Aşkın kendisi öyle göz kamaştırıyor ki insanlar daha çok aşık olma umuduna sarılıyorlar.

        Sonuç olarak iyi ki böyle bir duygu var;  en güzel şiirler, en güzel hikayeler, en güzel romanlar bu duyguyla yazılıyor ve yazılmaya devam edecek.

Exit mobile version