Arabanın ön cam çerçevesinden dümdüz gözünün alabildiğine uzanan yol, çok az iki üç derecelik kıvrımlarla uzanmakta, ovanın düzlüğünde Torosların eteklerine değene kadar. İnsanın gözü ne kadar uzağı görebilir. Ufuk çizgisi ile birleşen anakaranın kavuştuğu yer ne kadar uzakta ne kadarını görebiliyoruz mesela.
Arabanın hız kadranı saatte 120 km’yi gösterse de gitmiyormuş gibi geliyor insana. Ağır çekimdeymiş gibi uzaklardaki dağlar bir türlü geçilmiyormuş hissi veriyor yolculara ve şoföre. Bir saat gidilmesine karşılık ancak geride kalmaya başlamıştır ovanın ortasında göğe değecekmiş gibi duran tek dağ yükseltisi. Şoför bir yola bakıyor bir sağındaki manzaraya. Sonunda ayağını gazdan çekip frene dokunarak yavaşlıyor ve yolun sağına yanaşarak duruyor uçsuz bucaksız yaylanın ortasında. Arabadan indiğinde temmuz güneşinin sıcaklığını hissetti ensesinde. Hafifçe esen tatlı rüzgarı da saçlarının arasında yanağının kenarında. Rüzgar ayrı bir iklim oluşturuyor buradaki canlılara.
Kaç dakikadır öyle oturuyor pek kestiremedi uzun değildi fakat manzarayı izlerken saatler geçmiş gibiydi. Uykusundan uyandırılmış gibi bir elin omuzuna sevgiyle dokunduğundan sonra ayıldı manzaranın içine çektiği o andan. Uzun zaman sonra bu kadar uzaklara bakıyordu. Rüzgarı, güneşin sıcaklığını farklı hissediyordu. Hep gökyüzüne bakar çok yükseklerde uçan belli belirsiz uçak ve izini, arada uçuşan kuşları görürdü pencerenin ardından.
Engelsiz bütün yalınlığıyla karşısındaki o çıplak dağa, ressamın tablosunu izler gibi uzun uzun bakmıştı O el değene kadar yolun kenarında ovanın ortasında. Sırtındaki eli avuçlarına aldı parmaklarını parmaklarına sımsıkı sararak kavradı o narin eli. Yavaşça çekti kendine doğru ve yanına oturttu elin sahibesini. Sarıldı beraber izlediler bir müddet karşılarındaki kale gibi yükselen dağı.
Eşsiz bir tablo gibi duruyor bütün güzelliğiyle ihtişamıyla, heybetiyle. Eteklerindeki toprak yapı yükseldikçe kayalıklara bırakıyor. Yer yer bir duvar gibi set çekiyor, yer yer yükselen sivri sivri burç misali yükseliyor bağımsız bir şekilde gökyüzüne. Uzaktan küçük küçük karartılar güneşin gölge oyunlarından etkilenerek gizliyor bazı şeyleri. Bitki örtüsü yok üstünde ne bir ağaç nede çalı çırpı. Çıplak bir görüntüsü var uzaktan.
Bu manzarayı izlerken gözler başka yerde bilinç başka yere gitmişti çoktan. Balinaların okyanusun derinlerine daldığı gibi anıların derinlerine dalıp gitmişti.
Eski model Chewrolet veya İmpala dedikleri geniş Amerikan arabaları taksi olarak kullanıyordu Ankara caddelerinde. Camlarının kenarlarında kaportaya boyanmış sarı siyah kare damalı şerit ile boyalıydı. Tavanında sarı zemin üstüne “Taksi” veya “Taxi” yazısı vardı. Şimdiki arabalar gibi dar değildi. Arkaya dört kişi öne de şoför ile birlikte üç kişi rahat rahat oturup seyahat edebilirdi. Bu arabalar yavaş yavaş ömürlerini tamamlıyordu artık. O zamanlar 131 Şahin, Doğan araçlar da üretilmeye başlanmış caddelerde yerlerini almıştı yaşlı Amerikan araçlarının yanında.
Ulus Meydan’ında taksi çevirmişti babası. Belki de ilk defa biniyordu taksiye daha öncesini hatırlamıyordu çünkü. Araca binerken gözüne takılan görüntü hiç çıkmayacaktır belleğinden. Biraz heyecanlanmış ama aslında korkmuştu. Arabanın içinde delik vardı ve yol görünüyordu. Aracın hareketiyle asfaltın geriye doğru kayışını izliyordu. Delik çok büyük değildi. Belki de serçe parmağı kalınlığındaydı ama çocuk gözünde büyük gelmişti. Otobüse bindiklerini hatırlayamadı. Sonrasında Toroslar’a gelene kadar geçilen yer yer yükselen dağları ve ovayı hayal meyal hatırladı. Şu an karşısında duran heybetli dağı tıpkı taksiyi hatırladığı gibi capcanlı hatırlıyordu daha dün gibi. Hızlı gitmek mi bütün güzellikleri kaçırarak etraftakileri fark etmeden ya da şimdi olduğu gibi yavaş yavaş gidip bütün güzellikleri yaşayarak mı diye düşündü.
Bu dağı hatırlıyor çünkü otobüsle köye giderken, otobüs ne kadar hızlı giderse gitsin ağır çekimde geçilen dağ geçilip gidilene kadar camdan izlerdi.Bu görüntünün anlamı yolculuğun yarısına gelindiğini bir buçuk iki saat içinde mola yerine Mut’a varılacağının işaretiydi. Mut otogarının köpüklü ayranın eşliğinde tostlar yenir ihtiyaçlar giderilir. Muavinin ve yarı anlaşılır yarı anlaşılmaz bir şekilde yörenin şivesi ile karışık mikrofonik otogar anonsu duyulana kadar gezilir, çınarların altında dört beş oluktan devamlı akan buz gibi sudan içilir, mola bitince yolculuk kaldığı yerden devam ederdi. Yolculuğun bundan sonraki kalan kısmı artık ovaların geride kaldığı, sıradağların sırtlarında, çayın vadisinde ve zirvelerdeki ormanların içinden kıvrıla kıvrıla gidilirdi. Kayaların kenarlarından bir tarafı uçurum diğer tarafı duvar gibi yükselen kayalıkların yanından geçer, bir viraj bitmeden diğer viraja girerdi araçlar. Otobüs şoförünün ne düşündüğü bilinmez ama yolcular heyecana kapılır yolculuğun bir an önce bitmesini beklerlerdi. Yol az kalsa da yolculuğun bundan sonraki bölümü mide bulantısı, baş ağrısı gibi hoş olmayan sonuçlar doğururdu. Bu yüzden bir an önce bitmesini istiyordu yolculuğun. Otobüsler şimdiki gibi klimalı değil camlar açılarak doğal havalandırma yapılırdı. En kötüsü de sigara içilirdi. Sekiz on saatlik yolculukta sigara içmeyen bir kişi yarım paket sigara içmiş kadar olurdu.
O zamanlar bu yol hakkında otobüs şoförünün ne hissettiğini bilmese de, kendisi arabasıyla gittiğinde hoşuna gidiyordu. Çam kokularının ağustos böceklerinin, kuşların sesleri arasında kıvrıla kıvrıla gitmek, bir kamyonun arkasına takılıp dakikalarca onu takip etmek sonrasında bir incir ağacının gölgesinde dağlardan süzülüp gelen çeşmenin başında soluklanmak, o berrak havayı içine çekerek gitmek daha güzeldi. Seneler önce ilk araba aldığında geçmişti bu şekilde bu güzel yerlerden.
Son yolculuğu güzel olmamıştı hatırlamak istemese de oda kazınmıştı belleğine ama bu yolculukta güzel bir şekilde hatırlanmak için yerleştirilecekti bir hücrenin çekirdeğine.
Parmaklarının sıkılmasıyla ve sarıldığı güzel yüzlü gülen eşinin sıkıca sarılmasıyla zamana tekrar döndü. Birbirlerine baktılar birbirlerine gülümsediler. Gözleriyle anlaşıp kalpleriyle konuşarak kalktılar oturdukları yolun kenarından. Hayat yolunun kıvrımlarına kaldıkları yerden devam etiller, diğer yolcular gibi.